Görüş Bildir

Marmara Üniversitesi Haberleri

Marmara Üniversitesi ile ilgili tüm haberler, içerikler, galeriler, testler ve videolar Onedio’da. Marmara Üniversitesi ile ilgili son dakika haberleri ve gelişmelerini, yeni içerikleri de bu sayfa üzerinden takip edebilirsiniz.

Popüler İçerikler

“Hukuk Herkese Lazım”
Türkiye’de özellikle son 10 yıldır yargı sistemi çokça tartışılır hale geldi, hukuka güven azaldı. Ergenekon, Balyoz Davalarıyla başlayan ve birçok kişi tarafından siyasileştiği ifade edilen davalarda günümüzde cemaate yakın isimlerin yargılandıkları görülüyor.Yaşanılan bu süreçte özellikle hukuk camiası içerisinden bazı isimler yaşanılan bu hukuksuzluklara itiraz ederek direndi, mücadele etti ve mücadeleye devam ediyorlar. Bunlardan birisi de Genç Avukat Onur Cingil. Cingil,1 Mayıs 2013′teki ve Gezi Direnişindeki polis şiddetinde başta dönemin Başbakanı ve İçişleri Bakanı olmak üzere sorumlular hakkında dava açmasıyla dikkat çekti. Daha öncesinde Ergenekon davalarında da avukatlık yapan genç hukuk savaşçısı Onur Cingil, kamunun avukatlığını yapmaya, gördüğü hukuksuzluklara karşı bağırmaya devam edecek.Biz de Genç Hukuk Savaşçısı Onur Cingil ile Türkiye’de çok tartışılan yargı sistemini, yargının sorunlarını, gündemi ve CHP Kurultayını konuştuk.“HUKUK HERKESE LAZIM”Ercan KÜÇÜK (EK) : Avukat Onur Cingil kimdir?Onur Cingil (OC) Öncelikle böyle bir imkan sağladığınız için teşekkür ediyorum. Avukat Onur Cingil 10.10.1987’de Burs Yenişehir’de doğmuş, İlk orta lise eğitimini orada tamamlamış, 2005’te Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanarak İstanbul’la tanışmış, hayallerinin şehri olan, her daim yaşamayı düşündüğü İstanbul’da 10 yıldır yaşayan 5yıldır faal avukatlık yapan, bir çok kişinin tabiriyle Hukuk Savaşçısıdır. Şuanda Marmara Üniversitesi’nde Uluslar arası Hukuk üzerine yüksek lisans yapmaktayım. Hukukun içerisinde lise çağlarından beri de siyasetin içinde yoğrulduk. Ülke sorunlarına her zaman eğildik. Kolektif yaşama inandığım için sadece kendi sorunlarıma değil herkesin sorunlarına eğilmeyi düstur edindiğim için bu şekilde bir mücadeleye lise yıllarımda başladım. Halen CHP’de ilçe yöneticiliği yapmaktayım. Hukuku her zaman insanları daha fazla özgürleştirmek ve toplumu düzenli bir hale getirmek için bir enstrüman olarak görüyorum. Onun için avukatlığı özel avukatlık olarak değil kamunun da avukatlığını yapmak ilkesiyle yapıyorum.YARGININ EN ÖNEMLİ SORUNU?EK : Sizce Türkiye’de hukuk sisteminin ve yargının en önemli sorunu nedir?OC Hukuk sisteminin her daim delindiği ve son 10 yılda hukuk sisteminin göz ardı edildiği bir ortamda hukukçu olmak çok zor. Çünkü sizin öğrendiklerinizin reel hayatta gerçek olmadığı ve açık açık yasaların çiğnendiği bir ortamda mücadele ettiğinizi görüyorsunuz. Hukuk sisteminin aslında en önemli sorunu bu. Hukuku tanımamak. Hukuku delmeyi bir siyasi eylem olarak görüyor iktidarlar. Sokaktaki vatandaşın hukuku, kanunları çiğneme dürtüsü dünyanın her yerinde olan bir şey. İnsan yasaları zorlamak ister. Bunu bilerek de yapmaz. Ama burada asıl tehlikeli olan ve Türkiye’nin en önemli sorunu, bilerek ve isteyerek hukuku tanımamak. Hukuk herkese lazım ifadesi buraya tam oturuyor. Hukuku çiğneyenler hukuka ihtiyaç duyuyorlar, daha da ihtiyaç duyacaklar. İşte o zaman hukuk sistemini delik deşik etmenin ne kadar kötü olduğunu görecekler. Bununla beraber çok fazla sorun var. İstanbul’da 2 tane adliyemiz var. Birisi dünyanın en büyük, diğeri Avrupa’nın en büyük adliyesi. Dünyanın en büyük adliyesi olması övünülecek değil aksine üzülecek bir şey. Çünkü adliyelerin büyümesi demek ülkedeki hukuk sisteminin aslında ne kadar kötüye gittiğini gösteriyor. Suç oranının ne kadar çok olduğunu, borçlunun ne kadar çok olduğunu, dosyaların ne kadar çok olduğunu gösteriyor. Ne kadar küçük binalar olursa hukuk o kadar kendi içerisinde işliyor, toplum o kadar kendi içerisinde hukuku içselleştiriyor demektir. En büyük sorun da belki çok fazla dosya, hantal bir sistem, hakimlerin, savcıların özgür bağımsız olmaması, iradeleriyle karar vermemeleri, bu sistem içerisinde bilgi eksik debelenip durmaları. Özetle,Hukuk sistemimiz patinaj yapıyor denilebilir.EK : Yargıçlar, hakimler özgür değil dediniz. Yargı sistemi içerisinde yıllardır yargı cemaatin kontrolünde denirdi. Ama özellikle 25 Aralıktan sonra cemaat sorgulanır hale gelmiş durumda. Sizce Türkiye’de yargı AKP’nin mi cemaatin mi kadrolaşması altında?OC Buna şu an başka cevap, 1 ay önce başka bir cevap, 17 Aralık’tan sonra başka bir cevap verebilirim. İşte sıkıntılardan birisi de bu. 17 Aralık’ta bir hukuk sistemimiz var. 22 Temmuz da başka bir hukuk sistemimiz var. 2007’de Ergenekon, Balyoz davalarında başka bir hukuk sistemimiz var. Çünkü hukuk sistemi siyasete endeksli sürekli değişiyor.EK : Ama yasalar aynı yasalar..OC Aslında hem haklısınız hem haksızsınız. Önce şuna cevap vereyim. Hali hazırda hakimler ve savcılar AKP’nin hakim ve savcıları olma yolunda ilerliyor. Kadrolar bunlarla dolduruluyor. Özellikle HSYK 1.Dairesi’nde yapılan değişikliklerle oradaki bazı bizim bildiğimiz muhalif hakimlerin diğer bölümlere kaydırılması daha sonradan Sulh Ceza Mahkemeleri’nin kaldırılıp Sulh Ceza Hakimliklerinin kurulması, 22 Temmuzdaki tutuklamaları getirdi. 17 Aralık’tan sonra cemaatin hakim ve savcıları tasfiye edilmeye başlandı. Daha önceden hakimler ve savcıların belirli bir kısmı AKP ve cemaatin kol kola verdiği kararlarla atanmışlardı. Bunu suçlamak için değil durum tespiti için yapıyorum. Bizim hukukçu olarak arzu ettiğimiz şey şudur: Berlin’de hakimler vardır hikayesi vardır. Bizim arzu ettiğimiz ‘İstanbul’da, Ankara’da, Konya’da hakimler var’ diyeceğimiz, Türkiye’nin her yerinde gerçekten hukuku temin eden anayasada geçtiği gibi tarafsız ve bağımsız hakimleri savcıları görmek. Ama maalesef şuan göremiyoruz.EK : 17-25 Aralık operasyonlarından sonra bir iddia konuşuldu. AKP’ye yakın olan avukatların hakim ve savcılığa geçiş yaptığı konuşuldu. Siz bu iddialara katılıyor musunuz?OC Bu konuyla ilgili benim de kulağıma gelen bazı şeyler var. Ben bunu baro yetkilileriyle görüştüğümde, bu şüphe acaba doğru mu diye sorduğumda kendilerinden şunu duymuştum. “Evet gerçekten çok fazla hakimlik savcılığa başvuran avukat var”. Biz hakimlik savcılığa, noterliğe vs başvurduğumuzda faaliyet belgesi alırız. Kaç yıldır avukatlık yaptığımıza, mesleki durumumuza dair. Ayrıca baro ile ilişiği keseriz. Baro bunları tespit eder denetler kayıtlara geçirir. O dönemde çok olağandışı, fazla sayıda bir geçişin olduğu biliniyor, görülmüş ama bunun sebebi bizzat budur diyemeyiz, ama şüphe uyandırıyor.EK : Özellikle son 3 yılda bayağı dava açtınız. 1 Mayıs’ta, Gezi’de sorumlu olarak gördüğünüz Başbakan, İçişleri Bakanı ve İstanbul Valisi hakkında davalar açtınız. Takipsizlik kararları çıktı. Yargının bağımsız olmadığını söylediniz. Bu davaları açarken nasıl beklentileriniz vardı ki? Bu davalar hakkında bilgi alabilir miyiz?OC Dedik ya hukuk herkes için gereklidir. Bir kere biz hukuk gözüyle bir davanın sonucunu ne olacağını çok önemsemeyiz. Tabi ki de kazanmak isteriz fakat en önemli özelliğimiz belki de budur. Bundan bir şey çıkmaz diyerek sade bir vatandaş gözüyle bakmaz, davanın sonuna kadar gideriz. Bu davaları açarken ben şunu çok iyi biliyordum ki; Ben Haklıydım, Biz Haklıydık. Bunu zaten kamuoyu gerek 1 Mayıs’ta gerek Gezi döneminde görmüştü. Ama soruyorsanız dürüst bir şekilde cevap vereyim. Burada bir sonuç çıkmasını engelleyeceklerini biliyordum. Her şeye rağmen bir hukukçu olarak bunun savaşını verdik, vereceğiz, vermeye devam edeceğiz. Çünkü hukukun, yasalarımızın şöyle bir güzelliği vardır: İlla bir şeyden sonuç almak değil, birilerinin hala bir savaşı verdiğinin göstermesi önemli bir olgudur. Hala bu ülkede korkmadan birileri suç duyurusunda bulunabiliyor. Başbakan hep şunu söyler; Bu ülkenin koskoca başbakanı. Bu ülkenin koskoca başbakanı değil de bu ülkenin koskoca vatandaşları vardır. Çünkü burada asıl olan vatandaştır. Adı üstünde milletin vekili olan vekillerdir onlar. Vatandaşa yapılan her türlü haksızlığa, zulme karşı da hukukçular olarak mücadele vermek bizim boynumuzun borcudur. Bunu kendimiz için değil de, vatandaş için kamunun avukatlığını yapmayı düşünüyorsanız bunu yapmamanız zaten sizin için asıl yanlış olandır. Bu söylenen dosyalarda da bunları yaptık.Biliyorsunuz başka açtığımız davalar da var. Ama gündeme oturanlar bunlar. Türkiye’de 12 yıldır hukuk tanımazlık, baskı, şiddet rejimi vardı. Bu rejim içerisinde 1 Mayıs 2013 bana kalırsa bir fitilin ateşlenmesiydi. Tabi ki birçok faktör var ama zaten 1 Mayıs olmasaydı bence Gezi olmazdı. 2007-2009-2010’da da şiddet devam ediyordu. Ama 1 Mayıs’ta patlama oldu. 2013’te ben hukuksuzluğa da maruz kaldım. Tahminen 4 m mesafeden gözlerimin içine baka baka bir çevik kuvvetin attığı gaz kapsülü geldi bacağıma. Aynı gün Dilan’ın başına gelmişti kapsül. Bununla ilgili, hukukun gösterdiği gibi hiyerarşik açıdan sorumlular hakkında suç duyurusunu yaptık. Kimdir sorumlular? Başta emri bizzat ben verdim diyen Başbakan.Araçlar, belediye otobüsleri, tekneler, gemiler durdurulmuştu. Seyahat özgürlüğü de yoktu. Çevik kuvvet etrafımızı sardığından hürriyetimiz de kısıtlandı, canımıza kastedildi. Ve yaralandım. Böyle bakıldığında Başbakan, İçişleri Bakanı, polisin amiri olan emniyet müdürü, Vali, Belediye Başkanı ve polisler hepsi birlikte olanlardan sorumluydu. Gezide de aynısı yaşandı. Tahmin edebileceğimiz üzere takipsizlik kararı verildi. Bu kararlara karşı hukukun gösterdiği yollardan itiraz mekanizmasını işlettik. Şu an her iki dosya da Anayasa Mahkemesi’nde.Bireysel başvuruda bulundum. Bununla ilgili mücadeleyi bırakmayı düşünmüyorum. Bundan sonraki adım AİHM’dir. 1 Mayıs’ta 20 gün raporlu yatmıştım. Bu nedenle tazminat da talep edildi Anayasa Mahkemesi’nden. Bireysel başvurunun konusu da şu oldu: Bize etkin hukuk yolu tanınmadı. Bu Avrupa İnsan Hakları sözleşmesine, insan haklarına aykırı bir durumdur. Ben hukuk sisteminin olduğu bir yerde Başbakandan, Bakandan, Validen hukuk sistemi içerisinde hesap sorabilirim. Ama bunların hepsine takipsizlik kararı verildi. Fezleke hazırlanıp dokunulmazlığın kaldırılmasına ilişkin görüşme de beklenmedi. Sorumsuzca davranıldı. Polislerle ilgili tesadüf odur ki tam benim gaz yediğim vurulduğum yerde, Gezi döneminde Divan otelinde mahsur kaldığımız yerdeki gibi mobeseler çalışmıyordu. Aziz Nesin hikayesi gibi. Görgü tanığı yoktu, kapsül yoktu, silah yoktu, memur yoktu. Dolayısıyla bunların yargılanmaması için ellerinden geleni yaptılar. Çağlayan’da biliyorsunuz avukatlar gözaltına alındı. Benim arkadaşlarım da alındı. Ben de oradaydım. O gün de kanunsuz emri yerine getirenler hala yargılanmadılar. O dosya da AYM’de hala. Biz hukuk çerçevesinde birileriyle mücadele etmeye devam edeceğiz. Ben ve benim gibiler anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz mantığında değiliz.KANUNSUZ EMRİ UYGULAMAK SUÇTUREK : O dönem polislerle yapılan görüşmelerde, söyleşilerde polisler “emir aldık” dediler. Emir aldık cümlesi polis şiddetini ne kadar normal gösterir? Emir almaları emri uygulamaları polisi ne kadar masum gösterebilir? Polisin emre karşı gelme hakkı yok mudur?OC Bunu o dönem çok sık söyledik. Halen de söylüyoruz. Hukukçu meslektaşlarım çok iyi bilir. Bir kavram vardır. Kanunsuz emri uygulamak suçtur. Dolayısıyla kanunsuz emri yerine getirenlerin bu sebepten yargılanması gerekir. Bu emri verenlerin de yargılanmaları gerekir. Bana emir verildi ben de bunu yaptım demek onların sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Tabii ki de burada hukuki açıdan çizdiğimiz gibi sosyal olgu olarak baktığımızda polislerin durumlarını da tartışmak lazım. Birçokları emir aldıklarından bunu yapıyorlar ve sonunu düşünmüyorlar. Özlük hakları, çalışma durumları tartışmalı. Banklarda günlerce yatırılıyorlar. Bozuk peynirlerin olduğu sandviçler veriliyor. Eğitimli değiller, hukuktan hiç haberleri yok.EK : Ethem Sarısülük’ün katili Polis Ahmet Şahbaz, mahkemede kendisine şiddet uygulandığı, afişe edildiği gerekçesiyle Ethem’in ailesinden şikayetçi oldu. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?OC Yolunda giden bir hukuk sistemi sanığın haklarını da korur mağdurun haklarını da korur. Ama siyasallaşmışsa hukuk ya da birilerine göre olmuşsa sanığın da mağdurun da hakları zedelenir.. Ama spesifik olarak söylendiğinde Ethem Sarısülük herkesin gözü önünde, mobese kameralarının her ne kadar görüş açısını değiştirmeye çalışsalar da, açıkça öldürülmüştür. Bu bir polis kurşunuyla olmuştur. Ahmet Şahbaz’ın yaptığı görülmüştür. Şu an için kesinleşmiş bir hüküm olmasa da delilleri ile olay ortadadır. Asıl burada, bir gencin öldürülmesi, ailesinin durumu, o dönemde neredeyse 81 ilde hükümet tarafından yapılan şiddetin tartışılması gerekmektedir. Bu tartışılmadan açılan davalar vicdanı yaralayan bir durumdur. Ben Ethem, Ali İsmail ve diğer davaların mahkemeler tarafından objektif olarak ilerletilmediğini biz de çok söylenen vicdanı rahatlatıcı kararlar vermediğini söyleyebilirim.EK : Akit Gazetesi ve Sancaktar Dergisi’ne dava açtınız. Bu dava hakkında bilgi alalım. Davayı neden açtınız ve şuan bu dava ne durumda?OC 10 Kasım 2013’te Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve kurtarıcısı olan Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili Sancaktar Dergisi tarafından Akit Gazetesi’ne verilen bir ilan vardı. Bir holdingin vermiş olduğu bir reklama benzer ama oradaki görüntüyü, mantığı kullanarak, Atatürk’ün manevi şahsiyetine hakaret eden bir ilan verilmişti. Bu başka bir zaman başka bir düşünce olarak belirtilseydi belki farklı yorumlar yapılabilirdi. Burada bence mahkeme heyetinin de gözden kaçırdığı olay şuydu: Bu ilan Atatürk’ün ölüm yıl dönümü olan 10 Kasım’da verilmişti. İsim verilmese de kastedilen kişi belliydi. Siyah bir fon üzerine “Olmasaydı da Olurduk” diyerek bütün ülkenin aslında hatta bütün manevi değerlere baktığınızda Atatürk özelinde manevi şahsına bir hakaret edilmişti. Bununla ilgili bir suç duyurusunda bulundum. Bu konuda ben suç duyurusunda bulunurken Kadro Hareketi de destek vermişti. Kadro Hareketi de bu tip sosyal konularda her zaman yanımızda oldu. Mahkeme bu dosyayla ilgili 3. Celsede sanıklarla ilgili beraat kararı verdi. Bu kararı verirken herhalde mahkeme heyetinin vicdanı da rahat değildi diye düşünüyorum. Hatta bununla ilgili savcı 1,5 sayfaya yakın mütaala verdi ve bu mütalaada da bizim birçok tespitimizi savcının da tespit ettiğini gördük. Ama burada bu ilana düşünce özgürlüğü dendi. Ben düşünce özgürlüğüne en gemiş sınırlarda inanan bir insanım. Bununla ilgili her zaman hukuk mücadelesi verdim. Ama burada mevcut olan bir kanun vardı. Atatürk’e edilen bir hakaret vardı. Ve bu hakarete düşünce özgürlüğü demek bana göre hukuk bilmezlikti. Ve bu karar vicdanları da etkilemişti. Bu beraat kararını temyiz ettik. Temyiz neticesinde Yargıtay’dan olumlu bir cevap geleceğini düşünüyoruz. Bu olayı Türkiye’deki son 10 yıldaki siyasi ortamdan da ayıramayız. Karşımızdaki yayın grubu daha önceden bu kararı veren mahkeme heyetinin meslektaşlarına, hakimlere düzenlenen Danıştay saldırısında bir nevi tetikçiliği yapan bir gazeteydi. Bunu yapmaya devam ediyorlar. Bu verilen kararlar aslında onların yaptıkları hakaretleri, hukuka aykırı eylemleri ve hedef göstermeleri de cesaretlendiriyor. Benim bu davada verilen beraatla ilgili en çok üzüldüğüm nokta buydu. Ben Yargıtay’ın bu karardan döneceğini ve sanıkların işlenen suçtan yargılanacaklarını düşünüyorum.EK : Atatürk’ü koruma kanunu düşünce ve ifade özgürlüğüne aykırı mı?OC Bu aslında geniş perspektifte başka alanlarda konuşulabilir ama bu yasalar özel yasalar bir çok ülkede mevcutta olan yasalardır. Bunları genel çerçevede bu böyledir bu düşünce özgürlüğüne aykırıdır şeklinde değerlendirmekten çok, burada bir hakaret var mıdır kanun neden çıkmıştır gerekçesi nedir? Bunlara bakarak konuşmak lazım. Kanun maddesinin gerekçesinde ve daha sonrasında öğretim görevlilerinin, hukukçuların yaptığı yorumlarda ülkenin kurucusu ve kurtarıcısı olarak tüm millete mal olmuş, ülke sınırları gibi, bayrak gibi bütün ülke için manevi anlamlar taşıyan ve buraya karşı yapılan ve işlenen suçlar bütün toplumu ilgilendiren bir eylem olduğundan bu tüp uygulamalara yasak getirilmiştir. Çok eskiden, Demokrat Parti döneminden gelen bir yasadır. O dönem Atatürk’e karşı büstlerine, ismine, yazılan yazılarla, yapılan eylemlerle hakaretler sonucunda çıkan bir yasadır. Düşünce özgürlüğünün sınırları çerçevesinde değerlendirildiğinde şöyle diyebiliriz: Bir kişiye hakaret etmek düşünce özgürlüğü denilebilir mi? Dolayısıyla burada eğer bir hakaret varsa bu düşünce özgürlüğü kapsamında Değildir. Hele ki bu bir ülkenin milli kahramanıysa.EK : Seçim döneminde AKP’nin astığı pankartlarla ilgili hukuki mücadele başlattınız. Bu başvurulardan nasıl bir sonuç elde ettiniz?OC Türkiye’de son 12 yılda yapılan seçimler aslında AKP iktidarının düşündüğü gelecekte konulan taşlar. Ve her seçimin aslında seçimden çok ötede önemleri var. Cumhurbaşkanı seçimleri de böyleydi. Bu seçimde RTE Başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına geçmek istemekle perde arkasında şunu arzu ediyordu. Bir anlamda yetkilerinin arttığı ama sorumluluklarının azaldığı bir makam. Sorumsuz bir hale geliyor. Son dönemde deklare ettiği devlet başkanlığı, başkanlık sistemi de düşünüldüğünde atılan adım ve talep edilen görev Başbakan açısından sadece bir seçim zaferi değildir. Seçimin kaybedilmesi de sadece bir seçim kaybı değildir. Bu seçimde aslında diğer seçimlerde de olan ama daha fazla artan 298 sayılı Seçim Kanunu’nun ihlali, son çıkan Cumhurbaşkanlığı Kanunu ihlali yapıldı. Benim yaptığım da teknik anlamda bir suç duyurusu değil, görevli olan idari makamlar olan Kaymakamlığa ve ilgili idarelere karşı şikayet ve itirazlarımdı. Bunu siyasi olarak ilçe başkanlıkları da yaptı. AKP, Üsküdar’da bazı pankartlar astı, sonra bu pankartları başka ilçelere de astı. Biz bu pankartları 2 Temmuz’da Üsküdar’ın her yerine asıldığını gördük. O kadar çok asıldı ki toplanmasını zorlaştı. Bu siyasi bir taktiktir. Pankartın üzerinde cumhurbaşkanlığı forsu ve üzerinde Yeni Türkiye’nin Yeni Cumhurreisi ifadesi vardı ve adayı ifadesi olmaksızın seçilmiş havası yaratılıyordu. Burada, milli iradeyi ne kadar zikretseler de milli iradeye karşı gelmek vardı. Adaydan öte seçilmiş bir insandan bahsediyorlardı. Son kanun uygulamaları ve değişikliklerle beraber partiler propaganda yapamazken buradaki pankartlarda AKP’nin amblemlerini, aday kelimesinin olmadığını ve forsu görüyoruz. Belki de hepsinden önemlisi bu pankartlar 2 Temmuz’da asılmaya başlandı. Ama seçim propaganda serbestliği 11 Temmuz’da başlamıştı. Tam 9 gün bu pankartların indirilmesi için mücadele ettik. Bu mücadelede 11 Temmuz’u geçirene kadar idare uğraştı. YSK’dan görüş sorduklarını söylediler. Ben zaten İlçe Seçim Kurulu’na ve Yüksek Seçim kurulu’na da başvurmuştum.Kaymakamlığa hatta ve hatta mevcut kanunlarımızda tamamen yasaklanmasına rağmen cami ibadethane ve buna benzer yererle asıldığı için müftülüğe de sormuştum. Üsküdar Küçük Selimiye Camii’ne pankart astılar. Üsküdar Belediyesi tarafından kurulan çadır cami, namazgaha, Karacaahmet Mezarlığı’na astılar. Müslümanlıktan en çok bahseden insanlar siyasetin ibadethanelere sokulmaması gerektiğini bilmesi gereken insanlar buralara astı. Sonuç olarak Onur Cingil başarısız mı olmuştur? Hayır olmamıştır. Yine mücadele etmiş, bunda başarılı olmuştur. En önemlisi de şunu ifşa etmiştir. Burada başarısız olan idaredir. Yani eğer ki kaymakamlık bu pankartları kaldıramadığını ortaya koyuyorsa başarısız olan yerler kaymakamlıktır, müftülüktür. Üsküdar’ı, İstanbul’u ya da Türkiye’nin herhangi bir yerini vali, kaymakam değil, ileri demokrasilerde olmaması gerektiği halde yürütmenin başı yani o dönemki Başbakan yönetiyordu. Asıl sorgulanması gereken bu. Ve ben bu tespiti ve tescili yaptığım için kendimi mutlu hissediyorum. Ama gönül isterdi ki vatandaşlarımızın bunu görmemesi ve hukukun çiğnenmesinin engellenmesi. Ama bu konuda da mücadeleye devam edeceğim.EK : 22 Temmuz’da başlayan Emniyet mensuplarına operasyon devam ediyor. Bu polislerden bazılarının Ergenekon, Balyoz davalarında aktif görevler aldıklarını, cemaate yakın olduklarını da duyduk. O hukuksuzluklar içinde yer alan polisler bugün yargılanıyor. Bu süreçte hukuksuzlukların yaşandığı, sahur vakti gözaltına alındıkları tartışıldı. Kağıt üstünde yattıklarını, Çağlayan Adliye’sinde çevik kuvvet polisleri tarafından zincire alındıklarını gördük. Ergenekon, Balyoz, Odatv gibi davalarda hukuk yoktu da şimdi mi ortaya çıktı? Siz bu davalara nasıl bakıyorsunuz?OC Bir vatandaş olarak da, bir hukukçu olarak da, siyasetin içinden birisi olarak da vereceğim cevap aynıdır. 22 Temmuz operasyonları başladığından ibaren yapılan hukuksuzlukların karşısında durdum. Bununla ilgili her ortamda bunu dile getirdim. Hatta bazı fotoğraflarla anlatmaya çalıştım. 2007 yılında başlayan benim de avukat olarak görev yaptığım Ergenekon sürecinde gördüğüm bir şey vardı. İnsan hakları ihlal ediliyordu, masumiyet karinesi ihlal ediliyordu. İnsanlar kaçacaklarmış gibi CMK’ya aykırı olarak sabaha karşı elleri kelepçelenerek polis arabalarına girerken başlarını polisler elleriyle ittirerek kaktırarak, tek bir kelime söylemelerine izin vermediklerini gördük. Ve bunlara karşı çıktık. Konuşmamızın aslında ana fikri şu oluyor; ‘hukuk herkes için lazımdır’ı herkese her fırsatta hatırlatmak gerekiyor. O gün hukuku çiğneyenler bugün hukuku hatırlamaya başladılar. Bizde hukuk sisteminde sana göre yasa bana göre yasa yoktur. Hatta biz anayasayla ilgili son dönemde “banayasa” kavramı üretildiğini gördük. Bunu anayasa değişikliklerinde de çok net gördük. Yasaların çıkmasında en önemli husus şudur: yasalar herkes içindir, geneldir soyuttur, subjektif değil objektiftir. Bu son dönemde yapılan bütün yasaları incelediğimizde bir amaca gitmek için yapıldığını görüyoruz. 2007’de Ergenekon operasyonu yapılması için iletişimin ve ortam dinlemelerinin yapılması için çıkan yasa maddeleri, gözaltı, arama, el koyma ve en önemlisi tutukluluk süreleriyle ilgili çıkan yasaların yasa maddelerinin tesadüf eseri olarak çıkarılmadığını gördük. Bunlar 2007’yi getirdik. O dönemde doğruları gören hukuktan yana olan yürekli hukukçular ve vatandaşlar bunlara karşı geldik. Bana yakın aydınlar yazarlar, benimle aynı şeyi düşünen siyasetçiler olduğu için yapmadım. Bunu 22 Temmuz sürecinde herkese gösterdim. Cemaatin AKP’yle sorun yaşayacağı, AKP’nin cemaati ele geçirmek için yasalar yapacağı, Sulh Ceza Mahkemeleri’ni formülüze edeceği, sulh ceza hakimliği kurup HSYK 1.Dairede yaptığı değişikliklerle kendi istediği kararları verecek hakimleri atayacağını kimse bilemezdi. 22 Temmuz’da yapılan operasyonda gözaltı süresi olan maksimum 4 günlük süre ihlal edilmekle gözaltı süresi 2 gün 3 gün hatta günlerce orada gözaltı süresi biten insanlar tutsak edildi. Yasa açık açık ihlal edildi. Bu Ergenekon ve Balyoz davaları, Odatv, KCK davalarında yapılan ihlallerin birebir aynısıydı. Polislerin, polis ablukasına alındığı gün aklıma biz avukatların Çağlayan Adliyesinde ablukaya alınıp gözaltına alındığı gün geldi. Ki orası avukatların çalışma alanı olup çevik kuvvet polislerinin girmeyeceği bir yerdi. 2 fotoğrafı yan yana koyduğumda aslında roller değişiyor ama hukuka ihtiyaç değişmiyor. Cemaat şu anda bir hukuksuzlukla karşı karşıya. Dosyalardaki iddialar doğrudur yanlıştır onu tartışmıyorum. Savcı iddiada bulunur aleyhe ve lehte delilleri ortaya koyar. Hüküm açıklanana kadar herkes masumdur. Hatırlanacağı üzere biz bunu Ergenekon ve Balyozda da söyledik. Suçta ve cezada kanunilik dedik, masumiyet karinesi, deliller, uzun tutukluluk, gözaltı sürelerinin ihlali dedik. Bugün baktığımızda aynı yerdeyiz. Ama kanunların ihlali de aynı yerde. Roller değişti. Yapılan haksızlıklara ve hukuk ihlallerine karşı hepimizin aynı anda tepki göstermesi gerekiyor yoksa Nazi zulmüne maruz kalan rahip gibi bir sabah kalktığımızda tepki verecek kimsesi olmayan hale düşeriz.EK : Yargının vicdanları rahatlatması gerekiyor dediniz. Bu davalar önceki davalarda mağdur edilenlerin vicdanlarını rahat ettirmiş olamaz mı? Böyle düşünülemez mi?OC Ergenekon ve Balyozda hukuk zulmüne maruz kalanlar , 22 Temmuzdaki hukuka aykırılıklara maruz kalan insanların tahmin edemeyeceği kadar ilkeleri olan, hukuka inanan insanlardır. Hiçbirinin oh olsun dediğine inanmıyorum. Vatandaşların bile hiçbiri oh olsun demiyor. Ama şunu söylüyor herkes “Gördünüz mü? O dönem neredeydiniz?” Bazı milletvekilleri o dönem neredeydi? Bazı TV kanalları ben çok iyi hatırlıyorum “Ergenekon Terör Örgütü” diyordu. Hepsine terörist diyordu. Ama o dönem yapılan bir şey vardı. Aslında yapılan yargılama değil itibarsızlaştırma operasyonuydu. Burada askerleri, aydınları, yazarları ayrı ayrı değerlendirmek lazım. Zira hepsinin tutsak edilmesinin stratejik ayrı bir amacı vardı. Ama hepsinin ortak bir noktası da var. Hepsi bir şeye engeldi. Siyasal iktidarın yapacağı karanlık da diyebileceğimiz işlere engeldi. Bugün gördüğümüz geldiğimiz noktaya engeldi. Bir köşe yazarı düşünün, eminim dışarıda olsaydı yazdıklarıyla onları engelleyecekti. O dönem onu yaptılar. 17 Aralık olmasaydı 22 Temmuz olur muydu? Bence olmazdı. Ya da 17 Aralık operasyonunda 25 Aralık operasyonunda Halkbank Genel Müdürünü tutuksuz yargılanması için tahliye eden birisinin bugün arama el koyma kararlarını veren hakim olması tesadüf mü? Bu sorulara cevap verdiğimizde her şey ortaya çıkacak.EK : Ergenekon, Balyoz Davası sanıkları bu dava bizim davamızdır, AKP’nin davası değildir, biz bu davaları sonuna kadar destekliyoruz, elimizdeki her türlü belgeleri sunarız şeklindeki görüşlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?OC Bu da madalyonun başka bir yüzü. 22 Temmuzla ilgili ortaya atılan iddiaların boyutunu tartışmadığımı zaten söylemiştim. Bunların doğru olup olmadığı er ya da geç ortaya çıkacaktır. Burada benim tartıştığım nokta şu: 22 Temmuzla ilgili açıldığı iddia edilen Selam Tevhid dosyalarının açıldığı tarih aslında 2011dir. Yani 2011 den beri bu dosyalar mevcuttur. 3 yıl beklendi. Siyasi iktidar bunu bilmiyor muydu, biliyordu. Ne tesadüftür ki Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde bunu akıl etti. Bu bir algı yönetimidir bence. Ergenekon sanıklarının söylediklerine gelince 22 Temmuzu yapan polisler birçoğunu Ergenekon balyoz davalarında dinlemeleri gözaltıları yapan yakalamaları aramaları el koymaları yapan kişiler olduklarını biliyoruz. Bu sürecin içerisinde oldular. Ama bu soruşturmanın düğmesine basanlar da o dönem Ergenekon ve Balyozu yönlendirdiler. Siyasal iktidarın o dönem başındaki bir kişi ben Ergenekon’un Balyoz’un savcısıyım diyordu. Şimdi de 22 Temmuz sürecinin ihbarcısı oldu ya da sözcüsü oldu bütün her şeyi o yönlendiriyor. Hatta öyle bir şey oldu ki artık görün bak daha neler olacak denmeye başlandı. Ergenekon balyozda bunu önceki cumhurbaşkanı demişti. Şimdi de Erdoğan söylüyor. Cemaat AKP işbirliğinde Ergenekon, Balyoz, KCK, Odatv gibi son 12 yıla damgasını vuran davaların açıldığı da kesin. Bunun ismi Selam ve Tevhid olmuş başka bir şey olmuş. Hiçbir şey fark etmez. Polislerle beraber bunu yapan başkaları da vardı. Hukuk bunları da yakalayana kadar bağımsız tarafsız yargıçlar tarafından sorgulamalar yapılıncaya kadar benim bu davalarla ilgili soru işaretim vardır. Yine soruyorum 17 Aralık olmasa 22 Temmuz olur muydu? Bu polisler bu işi yapmıştır denmesi bir yana buradaki asıl olayın faillerinin ortaya çıkmadığını da görmek gerekir. Yani siyasal iktidarın başındakilerin..EK : Bir kesim de cemaatin üstüne gidildiğini, cemaatin ortadan kaldırılacağını ifade ediyor. Bu operasyonlarda sonuna kadar gidilmeli, bu operasyonlara karşı çıkan cemaate sahip çıkıyor deniyor.OC Burada öne çıkan hukuksuzluklardır. Hukuka uygun olarak yapılan bir şey varsa tabii ki de üzerine gidilecek. Ama benim gördüğüm kadarıyla ilk üstüne gidilmesi gereken şey hukuksuzlukların tespit edilmesidir. Ondan sonra ortaya koymanız gereken şey bu soruşturma dosyalarında soruşturmayı yapan savcıların, kararları veren hakimlerin durumlarına bakmak gerekiyor. Biz burada hukuka uygun bir şekilde eğer karar verildi diyebiliyorsak burada karşı çıkmamamız gerekiyor. Ama burada cemaate değil hukuka sahip çıkmak olarak düşünülmeli. Öteki türlü çok basite indirgenmiş oluyor. Ama soruluyorsa ki cemaat hukuksuzluk yapmamış mıdır? En az AKP kadar yapmıştır. Buna cemaate sahip çıkmak olarak görülmesine karşıyım. Ben kendi adıma hukuka sahip çıkarım. Ortada bir şey varsa üstüne gidilmesini isterim. Cemaat de olsa böyledir, AKP de olsa ben de olsam böyledir. Eğer ki bu soruşturmanın adil olduğuna inansaydık ki bundan üzüntü duyuyorum. Son dönemde yapılan bütün her şeyde hukuka güvenmeme var. Hukuka güven çökmüştür Türkiye’de. İnansaydık ben de sonuna kadar derdim ki evet cemaatin hukuksuzluk yaptığı için üstüne gidiyorlar. Ama ben art niyet olduğu konusunda, daha doğrusu açık bir hesaplaşma olduğu konusunda derin şüpheler taşıyorum.HSYK KİMİN?EK : Adalet Bakanı 17 Aralık operasyonlarından sonra “Bu HSYK bizm hazırladığımız HSYK değildir. CHP’nin hazırladığı HSYK’dır” şeklinde bir açıklama yaptı. Sizce bu HSYK kimin HSYK’sı?OC Siyaset içerisinden bir cevap vereyim. Ben Türkiye’de ilk defa şunu gördüm. Her zaman muhalefet olan bir iktidar var. Hep muhalefet. Aslında iktidar ama hep mağdur. Mağrur ama mağdur. CHP’nin suçlanması da bir AKP alışkanlığı. Erdoğan 6-7 Eylül olaylarında bile iktidarda CHP’nin olduğunu söylemişti ama çok sevdiği Menderes vardı. Dolayısıyla bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan insanlar vatandaşın olağan yaşantısında inanacağı şeyler söylüyor. Ama aslında yalan atıyorlar. Bugünkü HSYK, 12 Eylül 2010 referandumundan sonra oluşan bir HSYK’ydi. HSYK’nın bir önceki seçimlerinde eşekli demokrasi vardı. Yani iktidar bir kişiyi parmakla gösterdi. Ve ona oy verildi. Bununla ilgili bazı konuşmalar ortaya çıktığında şu cümle söylendi; “İktidar eşeği göstersin ona da oy veririz”. HSYK’yı CHP yapmadı, AKP yaptı. 2010 referandumuyla birlikte. O referandumda biz halka kandırılıyorsunuz. Şekerlemeler konuldu ama bu aslında fare zehiri gibidir diyorduk. HSYK cemaatle AKP birbiriyle zıtlaşmadan önce ikisinin işbirliğiyle kurulan bir HSYK’ydı. Kavga oldu cemaat tavsiye edildi. AKP’nin HSYK’sı olmaya başlandı. Son HSYK değişikliklerinin ardından 1.Daireden yapılan değişiklikle tamamen AKP’nin kurulu oldu. AKP’nin HSYK’sı oldu. Burada cemaate yakın olduğu söylenen hakim ve savcıların 17-25 Aralık’ı yapacağı tahmin edilememişti. Dolayısıyla tasfiye de edilememişti. Hukuka aykırı iş yapan kim varsa bunlarla ilgili idari soruşturma açıp gerekli cezalar verilebilirdi. Ama bana dokundu diye yapılan bir tasfiye varsa bu çok yanlış olur. Dün Atatürkçüler tasfiye ediliyordu bugün cemaatçiler tasfiye ediliyor. Öyle bir an gelir ki AKP’nin hakim ve savcıları tasfiye edilir. Bu hukuk değildir.EK : Biraz da siyasete grelim. CHP, MHP ile ortak Cumhurbaşkanı adayı gösterdi. Milletvekilleri de dahil olmak üzere birçok partili adayı basından öğrendi. Büyük uzlaşıya gidildi ve birçok parti adaya desteklerini açıkladı. Ama CHP’de adayı eleştirenler parti ahlakına aykırı davrandı denildi. Parti kurullarına, örgüte danışılmadan aday gösterilmesi mi parti ahlakına aykırıdır, yoksa o adaya karşı gelinmesi mi?OC Ben olaya şöyle bakıyorum. Bir kere ülke içinde ve parti içinde demokrasi olmazsa olmaz. Bu demokrasiyi ülkemize getiren CHP içinde de olmazsa olmazdır. Bazı konulara cevap verirken Türkiye’nin son dönemine ve bazı dinamiklere de bakmak gerekiyor. Türkiye’de ciddi anlamda bir kötü gidişat var. Herkes huzursuz, geleceğini göremiyor, sindiriliyor. Bence Türkiye’nin son dönemine Recep Tayyip Erdoğan’ın ciddi anlamda otoriterleştiği, siyasi anlamda hiç kimseyi tanımadığı bir ortamda cumhurbaşkanlığı seçimine gittik. Bu çerçevede bazı kararları değerlendiriyoruz. Tabana sorulmadan verilen kararlar bana göre demokrasiye çok uygun değil ve bunların tartışılması gerekiyor. Ama bir partide yönetici olmak çok dikkatli davranmayı gerektiriyor. Bir karara karşı çıkmak demek başka bir yanlışı yapmak anlamına gelmemeli. Demokrasiyi kesinlikle savunalım. Tabana sorulmamasını tartışalım. Ama vereceğimiz tepkilerde dikkatli olalım. Bazen tepkilerimizi sert verdiğimizi düşünüyorum. Bu tepkilerin vatandaş nezdinde “işte anlaşamıyorlar, gördünüz mü?” şeklinde değerlendirildiğini ya da siyasi muhatabınız parti tarafından ciddi anlamda kullanıldığını görüyorum. Partiyi aileye benzetiyorum. Aile içerisinde her zaman sorun olur. Ama bunların dışarıya taşmaması önemlidir. Sorunların hepsinin içeride çözülmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de baskı ve şiddetin bitmesi gerekiyor. Siyasal iktidarın daha fazla güçlenip pervasızlaşmasından korkuyorum. Bundan önce yaşadıklarımızı özleyeceğimizi düşünüyorum. Tahmin bile edemeyeceğimiz hukuka aykırılıklar, siyasi etiğe aykırı şeylerin yaşanacağını düşünüyorum.YENİ TÜRKİYE TARTIŞMALARIEK : Ekmeleddin İhsanoğlu 10 Ağustos’ta seçilemedi ve RTE 12.Cumhurbaşkanı oldu. Yeni Türkiye söylemleri bir hayli arttı. Sizin Yeni Türkiye’den beklentileriniz ne? Ve sizce Yeni Türkiye ne demek?OC Devletler geçmişten günümüze gelen gelenekleri, yaşadığı tarihi olayları, dünyadaki gelişmelere göre aldığı tavırları ile yaşayan, gelişen, geçen yıllar içerisinde değişen bir yapı gösterirler. Ülkemiz neredeyse bir asırlık bir Cumhuriyet ve kurulduğu günden bu yana değişen dünyada elbette ki değişme ve gelişme gösterdi. Fakat devletlerin bazı gelenekleri vardır ki, bazı temel anlayışları, kuruluş felsefeleri vardır ki, bunlar insanın genlerinin değişmesi nasıl ki sonunu getirir, devletlerin de temel anlayışlarının değişmemesi gerekir. Bunları şundan söylüyorum, son yıllarda “değişim” “yenilik” “yeni” kelimeleri içleri adeta boşaltılarak vatandaşlarımıza her şekil ve şartta olumlu bir şey gibi gösterilmekte. Halbuki “Erdoğan değişim anlayışı ve uygulamaları” ilerleme yönünde değil tamamen demokrasimizi ve geleneklerimizi geriye götürür şekilde, kendi iktidarını ortaya koyan, olumsuz yönde bir değişim olarak gerçekleşmekte.Bu gerçekleri ortaya koyduktan sonra net bir şekilde şunu söyleyebiliriz ki, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması, işte kurmaya çalıştıkları kendi anlayışları ve hegemonyalarını ifade eden Yeni Türkiye kavramını ortaya çıkardı.Bir şeyin yenisi varsa, eskisi de vardır. Devletin yenisi olmaz, bazı anlayışlar yenilenir. Ama burada Erdoğan’ın söylediği Yeni Türkiye artık demokrasinin askıya alındığı, hukukun olmadığı, belki seçimlerin bile ilerde yapılmayacağı, özgürlüğün korunmadığı, tek parti, tek anlayış, tek adamın olduğu, rahatça yolsuzluğun hırsızlığın yapıldığı, ülkenin dış ülkelerinin oyuncağı, toprakların ise sömürülme alanı olduğu, kısacası Erdoğan’ın Türkiye’si anlamına geliyor. Bu da bana göre Türkiye’nin bitmesi anlamına geliyor. Dediğim gibi Türkiye tektir, Yenisi olmaz ama benim için Yeni anlayışı Erdoğan’sız ve AKP iktidarının olmadığı bir ülkeyi ifade ediyor.CHP KURULTAYIEK : CHP 5-6 Eylül’de 18.Olağanüstü Kurultayı’nı gerçekleştirdi. Siz de PM’ye adaydınız. 2 aday yarıştı ve kazanan Kılıçdaroğlu oldu. Saadet Partisi’nden gelen Mehmet Bekaroğlu PM’ye girdi. Muharrem İnce ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun kurultay sürecindeki söylem ve hareketlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bundan sonra CHP’de neler yaşanır? Parti sola mı kayar? Yoksa AKP-HDP Karışımı bir partiye dönüyor kaygısı ne kadar gerçekçidir?OC CHP’nin Kurultay tecrübesi fazladır bilirsiniz. Ben bile 4 yılı aşkın siyasi yaşamımda 1’i Tüzük Kurultay’ı olmak üzere 3 Kurultay gördüm. Açıkçası Kongreler ve Kurultaylar süreçlerini ben pek sevmemekteyim bunu öncelikle söylemek isterim. Her ne kadar sosyal demokrat partiler için Kurultay ve Kongreler kendini kontrol etme, düşüncelerden bir sentez çıkarma ve yenilenme buluşmaları olsa da, Kongreler ve Kurultaylar enerjiyi içe dönük bir hale getirdiği ve maalesef çoğu CHP’linin sadece içteki seçim zaferlerini kazanım olarak gördüğünden bu süreçler benim için aslında çok olumlu gelmemekte.5-6 Eylül’de yapılan 18. Olağanüstü Kurultay’da sizin de dediğiniz gibi ben de Parti Meclisi Üyesi Adayıydım. Bilindiği üzere Üsküdar’da 2 dönemdir İlçe Yöneticiliği yaptım. Gençlik Kollarındaki dönemi de katarsak, 1 Genel Seçim 1 Yerel Seçim ve 1 Cumhurbaşkanlığı Seçimi olmak üzere her türlü seçim çalışmasında ve atmosferinde bulundum, emek verdim. Özellikle hukuki ve siyasi mücadelemi birçok kişi yakından bilmekte. Genç yaşta ve kısa sürede CHP’ye ciddi emekler sarf ettiğimi düşünüyorum. Ayrıca gençliğin dinamizmini içinde taşıyan, iktidar olmak için birçok plan ve projesi olan bir hukukçuyum. Bu sebeple de Parti Meclisi’nin aktif, katılımcı, genç ve kaliteli bir yapıda olması amacıyla ben de taşın altına elimi koymak istedim. Seçimdeki benim sözüm “Muhalefette geçen yaşamımda iktidar olabilmek adına daha çok emek vermek ve daha çok ter dökmek”ti.Bu çerçeve de yaklaşık 2 hafta iyi bir çalışma sergiledik. Tüm Türkiye’ye ulaştık ve sonradan aday olursak iyi bir oy alacağımızı fark ettik. Ankara’ya gidip toplam 4 gün de orada bire bir adaylarla tanıştık, görüştük ve oy istedik. Türlü olumsuzluklara, engellemelere, anahtar listelere rağmen, bir anlamda bağımsız bir aday olarak neredeyse Türkiye’nin her ilinden oy alarak benim için bir birinden değerli 67 oy aldım fakat PM’ye maalesef giremedim. Tabi ki bu bir adımdı, bir başlangıçtı. Gezinin sloganında olduğu gibi “Bu daha başlangıç Mücadeleye devam” dedik. Beni mutlu eden, ülkenin her yerine bu kısa siyasi yaşamımda ulaştığımı görmekti Benim tanışmak isteyen genç kardeşlerim, ağabeylerim bana ulaştı, bazı delegeler Gezi ile ilgili olarak yaptığım suç duyurusunu bilmekteler ki arkamdan Gezi’nin avukatı diye seslenenler oldu. Bir daha ki Kurultay için ben kendi adıma çalışmalarıma aralık vermeksizin devam ediyorum ve arkadaşlarımla bir daha ki Kurultay’a, umarım CHP’nin iktidarında, PM’ye girmeyi hedefliyorum.Diğer yönden CHP’in Kurultay’ına bakarsak, siyasi açıdan birçok tespitte bulunabiliriz. Öncelikle Genel Başkan Adaylarının nezaketi açıkçası çok hoştu. Tabi ki aksaklıklar olur, laflar söylenir ama genel olarak tarafların birbirine saygılı davrandığı bir Kurultay yaşandı.Kurultay’da partinin politikaları, son durumu, siyasi hamleleri, Genel Başkanın tercihleri tartışıldı ve bu sosyal demokrat partilerde olması gereken tartışmalardı. Burada Cumhurbaşkanlığı Seçimlerindeki İhsanoğlu tercihi ya da seçime ilk turda birden fazla aday ile girilmemesi eleştirilere neden olmakla beraber Bekaroğlu’nun Genel Başkanın anahtar listesinde olması da yeni bir tartışma doğurdu.Bunlar siyasi ve şahsi tercihlerdir. Bunlara yönelik olarak tabi ki eleştiriler olacaktır. Zira şahsen ben sağdan oy almaya tamam, ama sağdan siyasetçi devşirmeye karşı olan bir kişiyim. CHP bir kitle partisi, herkes üye olabilir, organlarında görev yapabilir, aday olabilir. Fakat partinin ilkelerine, anlayışına, programına bağlı olmak, sol – sosyal demokrat ilkelere sahip çıkmak şartıyla. Yoksa nasıl ki Ertuğrul Günay AKP’ye geçince solcular AKP’ye oy vermediyse, Bekaroğlu partiye geldi diye sağcılar da CHP’ye oy vermeyecektir. O yüzden alınan kararlara saygı göstermekle beraber ben çözümün sol anlayışta, umudun da solcu siyasetçilerde olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bir de CHP’ye emek veren benim gibi son dönemlerin deyimiyle “partinin öz evlatları”nın partide daha fazla yer bulması gerekmekte. Bu hem bizler için bir hak; hem de CHP’nin geleceği için bir zorunluluktur.Ama son olarak şunu söyleyebilirim ki, partinin soldan uzaklaşmasını kimse sağlayamaz. Tartışmalar, yanlış kararlar olabilir ama partinin kimliği, değerleri ve kurtuluşu, ülkenin kurtuluşunda da olduğu gibi soldadır.ÖCALAN’A AF TARTIŞMALARI, ÖCALAN SERBEST KALIR MI?EK : Yasalar herkese eşittir, sana bana göre yasa olmaz dediniz. Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü yıllardır tartışılan bir konudur. Genel af çıkartılsın deniyor. Bu af Öcalan’ı kapsar mı diye sorulduğunda yasalar herkesi kapsar deniliyor. Af Abdullah Öcalan’ı da kapsarsa siz buna nasıl bakarsınız? Vicdanlar yaralanmayacak mı?OC Buna hukukçu olarak cevap vermek gerekirse mevcut yasalar Öcalan’ın özgür kalmasına izin vermiyor. Dolayısıyla biz her vatandaşa aynı şekilde baktığımızdan şuan için böyle bir ihtimal yok. Bazı hamleler var. Bunların da değerlendirilmesini biz hukukçular ve vatandaş yapacak. Yasalar çıkarsa değerlendireceğiz. Ama böyle bir ihtimal pek görünmüyor. Ben terör sorunu değil de Güneydoğu, doğu olarak bakıyorum olaya. Orada yaşanılan bazı sorunlar var 30-35 yıldır. Böyle bakıldığında, yapılan hamleleri eleştirirken şöyle görüyorum. Aslında, Terörün bitirilmesi için yapılan hamleler eleştirilmiyor. Şu an yapılan şey tamamen siyasi iktidarın kendi geleceklerini devam ettirmek için yaptıkları popülist işbirlikleri olduklarını görüyoruz. Eleştirdiğim nokta işte bu. Burada ne bazı sorunları çözmek ne de terörü bitirmek var. Benim gördüğüm kadarıyla bir grubun diğer grupla Oslo’daki gibi seçimlere endeksli, “seçimlere kadar, seçimlerden sonra, aman şunu yapmayın” tarzında ciddi bir işbirliği var. Burada terörü bitirme, vicdanları rahatlatma, bir kişiyi yargılama gibi bir şey yok. Bu amaçlarda olduğunda bunu başka şekilde konuşabiliriz. Bunun dünyada örnekleri var. İngiltere’de İspanya’da var. Burada önemli olan şey şu; herkes terörü bitirmek istiyor mu? Siyasi iktidar işbirliği içerisine girip önündeki seçimi kazanmaya çalışıyor. Diğer grup biz Amerika’yı Irak’ta nasıl koruduysak burada da AKP’yi koruruz şeklinde ilerliyor. Ama ne oluyor? İki popülist yaklaşımın arasında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları eziliyor. Hala Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birçok sorun çözülemedi. Ama baktığınızda birçok kişi sorunu çözmek için çalıştığını söylüyor. Bu sorunları eğer ki çözmek istiyorsak söz vereceğiz. Biz bu masaya çözmek için oturduk, menfaatimiz, popülist yaklaşımımız yok, önümüzdeki seçimler gibi bir hesabımız yok diyeceğiz. Biz ayrılıkların bitmesini istiyoruz. Biz her türlü çatışmanın bitmesini istiyoruz diyeceğiz. Bunu emperyalizmle antiemperyalistlerin çatışması olarak değerlendiriyorum. Birileri silah üretiyor birilerine satıyor. Sonra ötekine de satıyor. İkisine de birbirine vur diyor. Bizim gibi antiemperyalistler bunu anlıyor, bu bizi birbirimize kırdırma, emperyalizme daha fazla para kazandırma oyunudur. Bu coğrafyadaki, petrol, doğalgaz, su oyunudur. Bu oyunda roller taraflar değişiyor ama hikaye aynı. Bunu herhalde önümüzdeki süreç gösterecek.TÜRK BAYRAĞINI İNDİRENLERE POLİSİN MÜDAHALESİEK : Diyarbakır’da başlayan bayrak indirme olayını da konuşalım. Birileri çıkıp bayrağı indiriyor, polis de çıkıp ayağından vuruyor. Sonra deniyor ki bayrağı indiren ruhsal problemi olan birisidir. Polis aşağıdan baktığında bunu fark edebilir mi? Polisin müdahale etmesi, silah kullanması hukuki midir?OC Bayrak bu ülkenin bayrağı, hepimizin bayrağıdır. Her ülkede olduğu gibi bizim bayrağımız da değerlidir. Burada bayrağa, manevi olan değerlere yapılan müdahaleleri ben yanlış buluyorum. Bu cami de olabilir, toprak da olabilir, bayrak da olabilir. Burada Türkiye inen bayrağı tartıştı. Fakat, son yıllarda fiziken inmese de, özellikle dış politikada inen itibar ve karizma kaybını görmedi. Ortadoğu’da Türkiye’ye biçilen rol, projelerin eş başkanlığını üstlenme, sıfır sorun diyerek yola çıkılarak bütün komşularla sorun yaşaması, bölgede istenmeyen bir model durumuna düşülmesi, içeride sürekli yaşanılan sorunlar, Soma vs. Türkiye’nin içte ve dışta karizması ve itibarı zaten aşağıya inmişti. Dolayısıyla bayrağa yapılan müdahaleyi Türkiye’de bozulan düzen, birlik, dirlik olarak bakıyorum. Son 10 yıldır yalpalayan bir ülke görüyorum. Buna müdahale hukuki midir, değil midir noktasında manevi değerlere yapılan hareketlerin yanlış olduğu söylenebilir. Hukuka da aykırıdır. Buna yapılacak müdahale ne olmalıdır bu tartışılır? Polisin silah kullanması gerekir mi? Bana sorarsanız gerekmezdi. Başka türlü bir müdahale ya da müdahalesizlik yapılabilirdi. Tabiî ki engelleme yapılmalıydı. Ama bence silah kullanımı olmamalıydı.EK : Son sözlerinizi alalım.OC Teşekkür ederim. Benim için çok keyifli oldu. Sorular güzeldi. Çetin sorulara maruz kaldık. Umarım okuyanlar da sohbetten keyif alırlar. Türkiye’de artık herkesin özgür bir şekilde birlik, dirlik içerisinde, insan haklarına, hukuka saygılı, herkesin eşit kabul edildiği, ayrılığın olmadığı, gerçekten ekonomik refahın olduğu, bir babanın ya da annenin evine erzağını rahat rahat kendi parası ile götürebildiği, çocuklarıyla ilgilenebildiği, çok yüksek saatler çalıştırılıp sömürülmediği, eve ölmüşçesine gelmediği, emeğin en yüce değer olarak kabul edildiği günler olmasını temenni ediyorum. Ben inanıyorum ve bunun için çalışıyorum. Savaşıyorum.
Erdoğan Geliyor Diye Dersler İptal Edildi, Öğrenciler Okula Alınmadı
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Akademik Yıl açılışına katıldığı Marmara Üniversitesi'nde olağanüstü önlemler alınması dikkat çekti.Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Marmara Üniversitesi Akademik Eğitim Öğretim Yılı açılışına katılması nedeniyle üniversitede kuş uçurtulmadı.Cumhuriyet'in haberine göre, tüm derslerin iptal edildiği üniversitede öğrenciler de içeri alınmadı. Sıkıyönetim gibi uygulama bununla da kalmadı ve fakülte çevresindeki yollar trafiğe kapatıldı.Yasaklara tepki gösteren Marmara Üniversitesi Öğrenci Kulüpleri bir açıklama yayınlayarak “Üniversitemize hoş gelmedin Tayyip!” dedi.T24
Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı
Cumhurbaşkanı ve Başbakan “son maden kazasından sonra” da “Bu işin takipçisi olacaklarını” söylediler.Cumhurbaşkanı, “tedbir almayan işverenler” i suçladı.Başbakan da, aynen Torunlar’ın evlat öldüren asansöründen sonra dediği gibi, “Bizzat ben takip edeceğim” dedi.Bunlar ümit verici sözler.Zaman tanımak lazım.Çünkü ikisi de yeni seçildi!Yukarıdaki yazı formatını, “Evlat öldüren Torun asansörü” kısmı hariç, “Havuz Medyası” na bırakıyorum.Diledikleri gibi, kaynak belirtmeden kullanabilirler.Doğru mu? Doğru!
Erdoğan Akademisyenlerle Başkanlık Sistemini Konuşacak
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yarın Cumhurbaşkanlığı Sofrası'nda hukuk, siyaset bilimi, kamu yönetimi, sosyoloji ve iletişim alanlarından akademisyenlerle bir araya gelecek.Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından edinilen bilgiye göre, Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda gerçekleşecek toplantı saat 13.00'te başlayacak.Toplantıda, düşünce kuruluşları ve üniversitelerden akademisyenlerin yanı sıra Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, AK Parti İstanbul Milletvekili Burhan Kuzu ve AK Parti Ankara Milletvekili Ahmet İyimaya da bulunacak.Başkanlık sisteminin sohbetin önemli başlıklarından biri olması beklenen toplantıya, Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Genel Koordinatörü Burhanettin Duran, Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) Direktörü Güven Sak, Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) Başkanı Birol Akgün ile Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) Yönetim Kurulu Başkanı Nafiz Can Paker, düşünce kuruluşlarının temsilcileri olarak katılacak.Toplantının konukları arasında YÖK üyesi, anayasa hukukçusu Prof. Dr. Yavuz Atar, Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Tarihi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Gonca Bayraktar Durgun, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. İsmail Coşkun, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Haluk Alkan, Karadeniz Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez, Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. M. Akif Kireççi ve Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş de olacak.Gazeteci Gülay Göktürk'ün de davetli olduğu toplantıda, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Fahri Kasırga ve Genel Sekreter Yardımcısı İbrahim Kalın da bulunacak.Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ndaki ilk Cumhurbaşkanlığı Sofrası yemeğini 14 Ocak 2015'te vermişti.AA
Akademisyenlerden Ortak Bildiri: Türk Tipi Başkanlık, Anayasa Dışıdır
Türkiye’nin önde gelen hukukçu ve siyaset bilimcileri, erkler ayrılığı çerçevesinde parlamentonun etkinliğinin artırılması ve yargı bağımsızlığının sağlanmasının hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasının ön koşulu olduğunu vurguladı. Türk usulü başkanlık sistemine bir bildiriyle karşı çıkan akademisyenler, 'Bu süreçte, kimi akademisyenlerin anayasa hukuku ve siyaset bilimi verilerini çarpıtarak kamuoyunu yanıltıcı açıklamalar yapması esef vericidir.' dedi.“Anayasaya ve demokratik süreçlere saygı” başlığıyla yayınlanan bildiride uluslararası ilişkiler bakımından, demokrasinin uluslararası standartları bir yana bırakılarak “kişiye özgü” bir rejim kurmanın Türkiye’yi dünya sisteminden koparacağı, iktisadi ve sosyal alanda olumsuz sonuçlar yaratabileceği uyarısı yapıldı. “Biz aşağıda imzası bulunanlar, Türkiye’nin, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan demokratikleşme ve hukuk devletinin kurumsallaşmasına dayalı anayasal birikimini hatırlatarak, başkanlık rejimine ilişkin tartışmalar ışığında aşağıdaki noktaları vurgulamayı zorunlu görüyoruz” denilerek imzalanan bildiri şöyle:'Bugün Türkiye’nin demokrasi düzeyi ve Anayasası gerçek birikimini yansıtmamaktadır. Demokrasi açığının kapatılması amacıyla, başta Anayasa gelmek üzere yeni düzenlemeler, yıllardır üzerinde çalışılan konu ve sorunların başında gelmektedir. Söz konusu sorunları çözmek amacıyla, Türkiye’ye özgü deneyimler ve çağdaş demokrasilerin çözüm biçimleri ışığında üzerinde siyasal ve akademik nitelikte çalışmalar yapılması zorunluluğu bulunmaktadır ve bu yönde, son yıllarda, anayasa raporları ve önerileri ile kayda değer çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Erkler ayrılığı çerçevesinde parlamentonun etkinliğinin artırılması ve yargı bağımsızlığının sağlanması, öncelikli iki hedef olup, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasının ön koşullarıdır. Öte yandan, çok yönlü denge ve denetim düzeneği, çağdaş anayasaların ortak paydasını oluşturmaktadır.‘KİŞİYE ÖZGÜ BAŞKANLIK ANAYASA DIŞI'Ne var ki, son aylarda Cumhurbaşkanı güdümünde yürütüldüğü görülen ve kişiye özgü bir başkanlık rejiminin inşasına dayalı çalışmalar, izlenen usul ve hedef bakımından demokratik usullere yabancı olmakla kalmayıp, Anayasa dışıdır. Türkiye’nin Osmanlı’daki parlamenter deneyim ile birlikte 100 yılı aşkın süredir denediği parlamenter rejimi işler kılma yerine, herhangi bir ilke tartışması yapılmasına olanak tanınmaksızın, yeni bir rejim dayatması karşısında bulunuyoruz. Bunun, Anayasa dışı yollarla ve devletin bütün olanakları kullanılarak yapılmaya çalışılması, hukuken kabul edilemez. Bu süreçte, kimi akademisyenlerin anayasa hukuku ve siyaset bilimi verilerini çarpıtarak kamuoyunu yanıltıcı açıklamalar yapması esef vericidir. Uluslararası ilişkiler bakımından, demokrasinin uluslararası standartları bir yana bırakılarak ‘kişiye özgü’ bir rejim kurmanın Türkiye’yi dünya sisteminden koparma riski yanı sıra, iktisadi ve sosyal alanda yaratması muhtemel olumsuz sonuçları göz ardı edilemez. Uzman, akademisyen, hukukçu ve yurttaş kimliğimizle bu süreci kabul etmediğimizi, Türkiye’nin demokratik gelişiminin, hukuk çerçevesinde kalınarak eşit, serbest, katılımcı ve nesnel bilgiye dayalı tartışma ortamında sağlanabileceğine dair inancımızı ve bu konuda her türlü katkı vermeye hazır olduğumuzu beyan ederiz.”
Kobani Eyleminde Yaralanan Serdar Arslan Hayatını Kaybetti
Sultanbeyli’de Kobani eylemi sırasında çıkan olaylarda başına isabet eden taşla ağır yaralandığı belirtilen 2 çocuk babası Serdar Arslan tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Ailesi, Serdar Arslan’ın işyerine giderken olayların ortasında kaldığını söyledi. Amca, 'Oradan tesadüf geçerken, aniden bir taş darbesiyle yere yığıldı' diye konuştu.Sultanbeyli’deki Kobani eylemleri sırasında başına gelen taşla ağır yaralandığı belirtilen 2 çocuk babası Serdar Arslan, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.İddiaya göre, Sultanbeyli’de 7 Ekim’de IŞİD’in Kobani’ye yönelik saldırılarını protesto gösterileri sırasında, 2 çocuk babası Serdar Arslan (36) başına isabet eden taşla ağır yaralandı. Sultanbeyli Devlet Hastanesi’ne kaldırılan Arslan, buradaki ilk müdahalesinin ardından Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne sevk edildi. Hastanenin yoğun bakım ünitesinde tedavi gören Serdar Arslan, dün saat 19.00 sıralarında hayatını kaybetti.'ORADAN TESADÜF GEÇERKEN... 'Arslan’ın cenazesinin gece saatlerinde Adlı Tıp Kurumu morguna götürüldü. Cenazeyi almak için gelen Arslan’ın amcası Sebahattin Arslan, 'Moralimiz çok bozuk. Çok üzgünüz. Acımız büyük. Yeğenim Serdar yemeğini yedikten sonra işyerine gidiyordu. Berber dükkanına gidiyordu. Giderken bu olayların ortasında kaldı. Oradan tesadüf geçerken, aniden bir taş darbesiyle yere yığılıyor. Ondan sonra hastaneye kaldırdık. Hastanede 9 gün dayanabildi. Maalesef kaybettik yeğenimi. Göstericilerin attığı taşla yaralandı. Orada başka taş atan yok. Tedavisi 9 gün sürdü. Devamlı uyutuldu' diye konuştu.Arslan’ın cenazesi otopsi işlemlerinin tamamlanmasının ardından alınarak Trabzon’a gönderileceği öğrenildi.Erhan TEKTEN - Uğur CAN / İstanbul (DHA)
Portre: Ahmet Davutoğlu
AK Parti yeni Genel Başkanı ve Türkiye'nin Başbakan adayı Ahmet Davutoğlu'nun yaşam öyküsü oldukça çarpıcı. Başbakanlık Başdanışmanlığından, Başbakanlığa uzanması beklenen yolu çocuk yaşlarda itibaren zorluklarla geçti. Davutoğlu, hastaneye yetiştirilemeyen annesi Memnune Hanım'ı kaybettiğinde henüz 4 yaşındaydı. Ahmet Davutoğlu, Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin izlemeye başladığı ‘yeni dış politika’nın hem mimarlığını hem mühendisliğini yaptı. Bu yeni dış politikayı Merkez Ülke, Çok Boyutlu ve Çok Kulvarlı İlişkiler, Özgürlük-Güvenlik Dengesi, Komşularla Sıfır Sorun, Ritmik Diplomasi gibi genel prensipler üzerinden yürüttü. Başbakanlık koltuğuna oturmaya hazırlanan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun yaşam öyküsü oldukça çarpıcı. Başbakanlık Başdanışmanlığından, Başbakanlığa uzanması beklenen yolu çocuk yaşlarda itibaren zorluklarla geçti. Davutoğlu, hastaneye yetiştirilemeyen annesi Memnune Hanım'ı kaybettiğinde henüz 4 yaşındaydı. Taşkent'te nakliye işleri ve kunduracılık ile uğraşan babası Mehmet Bey, kısa zamanda yeniden evlendi. Yeni eşi Sefure Hanım annesinin yokluğunu hissettirmemeye çalıştı. Ahmet Davutoğlu, bu 'ikinci anne'sini her zaman minnet ve şükranla andı. Onun hakkında konuşurken 'Beni ve kardeşlerimi hiçbir ayrım gözetmeden bir Anadolu terbiyesiyle büyüttü' diyordu. Ahmet Davutoğlu'nun doğan ilk kızına ikinci annesinin adını (Sefure) vermesi minnetinin bir ifadesiydi. Babası Mehmet Bey oğlunun işletme okumasını, işlerini ona devretmeyi düşlüyordu. BABAANNE DUASI... Mehmet Bey, ilk eşinin ölümünün üzerine İstanbul'a gelerek Fatih'e yerleşmişlerdi. Fatih'teki evde babaanne, baba, amca hep birlikte oturdular. Canı kadar sevdiği babaannesi onun için, “Oğlun ola kızın ola. Oğlunla Ordu, kızınla oba olasın. Koç koç oğlanların ardına düşe, dünyalar ayaklarına gele, herkes sana akıl danışa” diye dua ederdi. Davutoğlu bu duayı da, “Sabah okula giderken, babam işe giderken hepimiz sıraya girer babaannemin elini öperdik. Bu, babaannem 95 yaşında ölene kadar aksamadı. Şimdi de o duaların bereketini her zaman hissediyorum' sözleriyle hatırlatmıştı. Hala Nilüfer Özlü, bir televizyon programında yeğenini anlatırken gözyaşlarını tutamamıştı. Hala Özlü “4 yaşında öksüz kaldı. Çok zorluklarla büyüttük. 4 kardeşlerdi. Annesi aniden öldü. Ama elhamdülillah annemim duası onu bu derecelere getirdi” sözleri ile yeğenini anlatmıştı. DERİN DÜŞÜNCELİ BİR GENÇ Fatih’ten Sultanahmet’e kadar yürümekten büyük bir haz alıyordu. Geçtiği sokaklardaki tarihle büyülenerek atıyordu adımlarını. Kütüphaneleri, camileri, hamamları, Osmanlı dönemi yapılarını gördükçe kimliğinin köklerine dönüyordu. Soru işaretleriyle doluydu kafası. Ahmet Davutoğlu, henüz bir ortaokul öğrencisiydi o günlerde. Bu denli erken yaşta kimliğiyle ilgili derin düşüncelere dalmasının nedenlerinden biri İstanbul’un tarihi atmosferi ise diğeri de öğrencisi olduğu İstanbul Erkek Lisesi’ydi. 12 YAŞINDA YATILI OKULDA İkili bir kültürel yapısı vardı İstanbul Erkek Lisesi’nin. Cumhuriyetin ilk kuşağından Türk öğretmenlerden ders alıyor, güçlü bir tarih bilinci ile donanıyorlardı öğrenciler. Bir yandan da Almanca öğretmenlerden Batı kültürünü, asıl olarak da Alman kültürünü ve edebiyatını öğreniyorlardı. Yatılı okula 12 yaşında girdiği ilk günlerden itibaren klasikler ile yüzyüze gelmişti. Diğer öğrenciler gibi o da hemen Kafka’yı, Goethe’yi okumaya başlamıştı. Berthold Brecht’in eserlerini tanımıştı. Kitaplarda yeni bir dünya bulmuştu. İki cepheli bir yüzleşmeydi yaşadığı. Batı kültürünün temel eserlerini okumakla kalmıyor, Türk öğretmenlerinin teşvikiyle Türk edebiyatını hatmediyordu. Ahmet Hamdi’den Fuzuli’ye, Farabi’den Ahmet Cevdet’e kadar eserleriyle tanışmadığı isim kalmamıştı. SOL HAREKETLE İÇ İÇEYDİ 1970’ler, Türkiye’de çalkantılı yıllardı. Gençlik, daha çok sol siyasi hareketlerin etkisi altındaydı. İstanbul Erkek Lisesinde de rüzgarlar soldan esiyordu. Ahmet Davutoğlu da bu havanın dışında kalmadı. Marksist literatürün temel eserlerini de okudu. Stalin’in “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” kitabını okuduğu sırada orta üçteydi. Altını çizip, sayfaların kenarına notlar alarak dikkatle okuduğu kitabı, özenle saklayacaktı yıllarca. Yine de Marksist olmadı. Mekanik buldu bu ideolojiyi. Milli Türk Talebe Birliği gibi İslamcı gençlerin örgütlendikleri yapılanmaların da dışında kaldı. Zaman zaman konferanslara, gecelere gitse, kültür kulüplerine katılsa bile daha çok kendi çizgisinde yol alan bir gençti. Eğlenmeye, gezmeye zaman ayırdığı pek görülmezdi. Bazen futbol oynardı Mustafa Çam, Murat Ülker, Aydın Babuna ve Engin Işıksal’ın da aralarında bulunduğu sınıf arkadaşlarıyla. İyi bir oyuncuydu. BİLİM ADAMI OLACAKTI Alman kültürüyle iç içe olan İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinin çoğunun hayallerini Almanya’ya gitmek, orada üniversite okumak süslerdi. Davutoğlu ise İstanbul’dan kopamazdı. Almanya’da okumayı kendi kültürüne yabancılaşma olarak görüyordu. 1977’de liseyi bitirdiğinde İstanbul’un tarihi ve kültürüyle, kökeniyle iyiden iyiye bütünleşmişti. Liseden sonra sosyal bilimler okumaya karar vermesi de tarihle yüzleşmede vardığı noktadan kaynaklanıyordu. Bilim adamı olmayı kafasına koymuştu. Hayat planının ilk adımı Boğaziçi Üniversitesi olacaktı. Fen bölümü mezunuydu ama sosyal bilimler okumaya kararlıydı. 4 YAŞINDA ANNESİNİ KAYBETTİ Ailesinin gönlünden geçen ise farklıydı. Annesi, doktora zamanında yetiştiremedikleri için hayatını kaybetmişti. O zamanlar İstanbul gibi doktorun çok olduğu büyük bir kentte değil, Konya’nın Taşkent kasabasında oturuyorlardı. Memnune hanım öldüğünde, Ahmet, henüz dört yaşındaydı. 1959’da doğmuştu. Babası Mehmet Bey, Toroslar’ın zirvesinde tipik bir Türkmen kasabası olan Taşkent’te nakliye işleri, kunduracılık ile uğraşıyordu. Kısa zamanda yeniden evlendi. Babasının tek oğlu olan Ahmet, Sefure hanımı benimsedi. Ona hep “Anne” diye seslendi. Onu oğlu olarak gören Sefure hanım da Memnune hanımın ölümünü unutamadığı için Ahmet’in doktor olması hayalini kuruyordu. BABASI İŞLETME OKUSUN İSTEDİ Babası Mehmet Bey ise oğlunun işletme okumasını, işlerini ona devretmeyi düşlüyordu. Mehmet bey, ilk eşinin ölümünün üzerinden bir yıl bile geçmeden ailesini alıp İstanbul’a göçmüş, Fatih’e yerleşmişlerdi. Ahmet de orada büyümüş, ilk dört yılı Hacı Süleyman Bey İlkokulu’nda okumuştu. Bahçelievler’e taşınınca ilkokulu orada bitirmişti. Tekstil ve ticaretle uğraşan Mehmet bey de yıllar içinde işini büyükmüştü. Oğlunun işletme okuyup yardım etmesini istiyordu. Davutoğlu da Boğaziçi’nde önce İktisat bölümüne kaydoldu. İngilizce için bir yıl hazırlık okuması gerekti. Lisede ikinci dili olduğu için zorlanmadı. Yazın da bir ay kadar İngiltere’ye giderek pekiştirdi İngilizcesini. Mutlu olamadı İktisat bölümde. İlaveten bir de siyaset Bilimi bölümüne girdi. Boğaziçi’nde iki bölümde okuma uygulaması yeni başlamıştı. İktisat bölümünü 1982’de bitirdi. FUTBOL VE GÜREŞE İLGİLİYDİ Yine siyasi gruplara katılmadan okumayı sürdürdü. Düşünceler tarihine yoğunlaştı. Eflatun’dan Hegel’e kadar düşünce tarihini incelemek, Osmanlı-Türk ve İslam kültürünü içselleştirmesi sonucunu doğurdu. Düşünce tarihindeki yerini daha iyi kavradı. Sınıf arkadaşları arasında Adnan Büyükdeniz, Ethem Eldem ve Nuray Mert de vardı. Bu yıllarda konserlere, toplantılara, öğrenci etkinliklerine fazla zaman ayırmadı. Futbol ve güreş dışında bir sporla da ilgilenmedi. Zaten 12 Eylül dönemiydi, öğrenci hareketleri de durulmuştu. ŞERİF Mardin’İN YARDIMI Üniversite sonrasında hiç tereddüt etmeden “bilim adamlığı” planına devam etti. 1984’te Kamu Yönetimi bölümünde yüksek lisansa başladı. Doktorasını ise Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. Öğretim üyeleri ile arası iyiydi. En çok da Prof. Dr. Şerif Mardin sevdi onu. Tez hocası oldu. 1986’da başladığı tezini daha bitirmeden özet bir makale olarak üniversitenin akademik dergisinde yayınlattı. Tezin yayınlanması Davutoğlu için büyük bir teşvik oldu. Birbiri ardına makaleler hazırladı. 1989 Kasım’ında iki teklif birden aldı. Teklifin biri Amerika’dan geliyordu diğeri Malezya’dan… MALEZYA KÜLTÜRÜ ÇEKTİ Amerika’ya gitmek cazip gelmiyordu. Batı kültürünü yeterince tanıdığına inanıyordu. Malezya üzerinde duruyordu. Eksik kalan halkayı orada tamamlayabilirdi. Çin-Hint-İslam kültürü, Batı kültüründen nispeten uzak biçimde yaşanıyordu bu ülkede. Ama artık tek başına değildi. 1984’te evlenmiş, iki kızı olmuştu. jinekolog olan Sare hanım ile dünyaya aynı gözlüklerle bakıyorlardı. Kızlarına isim koymayı eşine bırakmıştı Davutoğlu. Sare hanım da onu memnun etmişti seçimleriyle. 1986’da doğan ilk kızlarına Sefure, 1988’de doğan ikinci kızlarına Memnune adını vermişti. Davutoğlu’nun her iki annesine de değer veriyordu. Sare hanım, eşinin Malezya’ya gitme kararını da destekledi. Kızlarını da alıp 1990’ın ilk aylarında yola çıktılar. Kuala Lumpur’da, Çin mahallesinde bir ev tutup yerleştiler. MALEZYA’DA DERS VERDİ İslam Konferansı Örgütü’nün kurduğu Uluslararası İslam Üniversitesi’nde Türkiye’den 15 kadar öğretim üyesi vardı. Daha sonra aralarına Yusuf Ziya Özcan da katılacaktı bu akademisyenlerin. Davutoğlu, bir hafta kadar sonra girdi ilk derse. Bir baktı, sınıf küçük bir Birleşmiş Milletler gibi. Sınıfın neredeyse yarısı Müslüman Malaylardan, kalanı da Çinli, Hint, Asyalı, Afrikalı öğrencilerden oluşuyordu. Her biri ayrı kültür havzasındandı. Fakat elindeki Sabine’in artık klasikleşen “Siyasi Düşünceler tarihi” kitabında onlar yoktu. Elindeki kitap Eflatun ile başlıyor, Aristo, Roma, Hıristiyanlık, Reform, Rönesans, Modern ideolojiler diye gidiyordu. İçinde Malaylar, Çinliler yoktu. Bunu yapamazdı. Oturdu, Konfiçyus’tan Taoizme, Hint ve tabii İslam kültürüne çalıştı. Onların yanına Osmanlı düşünürü Kınalızade’yi de ekledi ve yepyeni bir siyasi düşünce tarihi metni oluşturdu. Bu metin üzerinden verdi derslerini. PARADİGMA’SINI HAZIRLADI Malezya tam istediği türden bir laboratuvardı onun için. Yerel kültürü tanımak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Yerel festivallerin hemen tamamına eşi ve kızlarıyla beraber gidiyordu. Hem ailece de gezmiş oluyorlardı. 1993’te doçent oldu. Önce 1994’te “The Civilizational Transformation and the Muslim World” (Medeniyetin dönüşümü ve Müslüman dünyası) kitabını yazdı. Ardından aynı yıl, doktora tezi olan “Alternative Paradigms”ı (Alternatif Paradigmalar) kitap olarak çıkardı. İki yıl için gitmişti ama dört yıl kaldıktan sonra 1995’te ayrıldı Malezya’dan. Türkiye’ye döndüğünde aynı dosyasıyla yeniden başvurdu, doçentlik ünvanını burada da aldı. Çok geçmeden Marmara Üniversitesi’nde göreve başladı. Üniversitede kadro sorunları vardı. Önce sosyal bilimler yüksek okulunda başladı, sonra uluslararası ilişkilere geçti. GÜL İLE İLK TANIŞMASI 1999’da profesör olduktan sonra da Beykent Üniversitesi’ne geçti. Yeni kurulmuş bir üniversiteydi Beykent. En çok yankı uyandıran kitabını da bu üniversitedeyken yayınladı. “Stratejik Derinlik” bir yıl içerisinde 13 baskı yaptı. Giderek akademik yaşamın dışında da aktif olmaya başladı. Harp Akademisi’nden MÜSİAD’a kadar birçok yerde konferanslar verdi. ABDullah Gül ile 1980’li yıllarda tanışmışlardı. Bir makalesi, Gül’ün ilgisini çekmiş, bunun üzerine tanışmışlardı. Aralarındaki dostluk, 1990’lı yıllarda Gül’ün, Suudi arabistan’dan dönüşünden sonra oluştu. Daha sık görüşür oldular. ‘GÖLGE DIŞ İŞLERİ BAKANI’ Tayyip Erdoğan ile de belediye başkanlığı öncesinde tanıştı. Fakat Gül’e daha yakındı. Devlet Bakanlığı sırasında ihtiyaç duyduğunda Gül’e yardımcı oldu. Danışmanlığı, Gül’ün 2002 sonrasında başbakan olarak hükümet kurmasıyla resmileşti. Davutoğlu, Başbakanlık Başdanışmanı olarak göreve başladı. Gül’ün önerisiyle dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in onayıyla büyükelçilik ünvanı aldı. Gül’ün Başbakanlığı Erdoğan’a devretmesinden sonra da görevine devam etti. Zaten onu Gül davet etse de sonra Erdoğan ile de biraraya gelmişler; o da daveti yinelemişti. Davutoğlu, o dönemde “gölge Dışişleri bakanı” gibi dış temaslarda etkili olmaya başladı. DİPLOMASİ TRAFİĞİNİN ADAMI AB ile temaslardan, Kıbrıs müzakerelerine, Irak savaşına kadar hemen her alanda rol aldı. Göreve gelirken iki üç yıl sonra ayrılmayı planlıyordu. Yazmayı planladığı kitaplara yoğunlaşmayı, üniversiteye dönmeyi hayal ediyordu. 2007 seçimleri yaklaşırken milletvekili olmayı düşünmediği gibi ayrılmaya niyetlendi. Seçim sonrasında dosyalarını hazırlamaya da başladı. Ancak ayrılmasını ne Erdoğan uygun buldu ne de Gül. Hem PKK eylemlerinin artması nedeniyle aniden kendisini yeniden yoğun bir diplomatik trafik içinde buldu. Erdoğan’ın özel uçağıyla çeşitli ülkelere giden, hükümet adına resmi temaslarda bulunan, Türkiye diplomasi tarihinde örneğine rastlanmayan bir “Başdanışman” haline geldi. TÜRKİYE’NİN KISSINGER’I Cumhurbaşkanı ve Başbakanın dış temaslarının, ikili görüşmelerinin değişmez ismiydi artık. Görüşmelerin en özel anlarına bile katılıyordu. ABD, Avrupa ülkeleri bile büyükelçilikler, Dışişleri yerine çoğu zaman onun telefonu, maili üzerinden Türkiye ile temaslar yürütüyordu. Gelen mesajları sonradan Dışişleri’ne aktarıp kayda geçiriyordu. Şam’da Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile görüşme görevi MGK bildirisiyle duyuruluyordu. ABD Başkanı Obama gelmeden önce Washington’a gidip hazırlıkları da o yürütüyordu. Geldiği noktanın dikkat çekmesi ise Suriye, Filistin ve İsrail ile temasları sayesinde oldu. Hamas lideri Halit Meşal ile gizli görüşmesinin ortaya çıkması epey gürültü kopardı. Artık “Türk diplomasisinin Kissenger’ı”, “Gölge adam”, “İnce bir taktisyen” olarak tanımlanıyordu. 40 YIL AYNI EVDE OTURDU İlginç ama ayrı bir ekibi hiç olmadı Davutoğlu’nun. Başbakanlıkta, yardımcısı ve eski öğrencisi Ali Sarıkaya, bir sekreteri ve şoförü vardı sadece. Cumhurbaşkanlığı-Başbakanlık-Dışişleri Bakanlığı üçlüsü ile koordinasyon halinde çalıştı hep. Askerler de analizlerine önem verdi. Amacı, Türkiye’yi “merkez ülke” yapmaktı. Bölgedeki uçan kuştan bile haberdar olmaya çalışıyordu. Sonuç, 1.5 ay içinde 11 ülkeye gitmesiydi. Şubat sonundan itibaren Tanzanya, Kenya, İran, Irak, Çek Cumhuriyeti, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Katar ve Suriye’yi dolaşmıştı ve geziler aynı tempoda sürüp gidiyordu. 40 yıldır oturdukları Bahçelievler’deki evine çok az uğrayabiliyordu. İSTANBUL'A DÖNÜŞ KARARININ ERTELENMESİ AK Parti’nin 2009 yılında yapılan kongresinde Merkez Karar Yönetim Kurulu’na girdi. Bülent Arınç ile birlikte delegelerinin verdiği geçerli bin 243 oyun tamamını alan iki isimden biriydi. 1 Mayıs 2009’da yapılan kabine değişikliği sırasında Ali Babacan’ın yerine dışarıdan atamayla Dışişleri Bakanlığı makamına getirildi. Haziran 2011'daki genel seçimde, AKP listesinden Konya milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. AKP'nin elde ettiği yüzde 50'ye yakın oy oranıyla büyük bir zafere imza attığı bu seçimden sonra kurulan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki 61. Cumhuriyet Hükümetinde de Dışişleri Bakanlığı koltuğunu korudu. ARAP BAHARI VE DAVUTOĞLU Davutoğlu eliyle yürütülen dış politika Arap Baharı’na daha ilk gününden itibaren destek verdi. Arap Baharı’nı Ortadoğu’da halkların diktatörlüklere isyanı, kendi yöneticilerini kendi özgür iradesiyle seçme talebi, özgürlük ve refah arayışı olarak gördü ve destekledi. Bu sebeple farklı ülkelerde dile getirilen bu taleplere bu perspektiften yaklaştı. Türkiye, bu dönemde Mısır’da ülkenin tarihinde ilk kez seçimle iktidara gelen Muhammed Mursi’ye tam destek verdi. Hüsnü Mübarek’e ‘artık çekil’ çağrısının yapılması dış politikada o zamana kadar alınan en riskli kararlardan biriydi. Erdoğan’ın ağzından yapılan bu çağrı Kahire’de Tahrir meydanındaki yüzbinlerce Mısırlı tarafından canlı olarak izlenmişti. Türkiye’nin seçilmiş yönetime destek politikası Mursi’nin darbeyle devrilmesinden sonra da devam etti ve darbeci yönetimle ilişkiler Mübarek dönemindeki gibi olmadı. Özellikle 900 kilometrelik sınırı paylaştığı Suriye rejimini çok önceden bu taleplere sessiz kalmaması için uyarmaya başladı. Hem Erdoğan hem Davutoğlu, Beşşar Esed’i halkın reform taleplerini kulak ardı etmemesi için sekiz ay çaba harcadı. Bu süreçte en kritik görüşme Davutoğlu ile Esed arasında 9 Ağustos 2011'de yapılan 6.5 saatlik görüşmeydi. O görüşme de sonuçsuz kalınca ipler koptu, Suriye’deki isyan dalgası iyice büyüdü. İsyanla birlikte rejimin karşı saldırılarıyla Suriye bir iç savaşa sürüklendi, ülke kan gölüne ve harabeye döndü. Milyonlarca Suriyeli ülkesine terk etmek zorunda kaldı, bir milyondan fazlası da Türkiye’ye sığındı. Mısır ve Suriye politikaları özellikle Türkiye içinden çok sert eleştirilere uğradı. Türkiye’nin bölgedeki bütün ülkelerle ilişkilerinin neredeyse kopuk hale gelmesi üzerinden Davutoğlu’na yönelik olarak yıpratıcı bir kampanya yürütüldü. Ancak Başbakan Erdoğan, bu politikanın arkasında durmaya devam etti. Türkiye’nin 2003 yılında 'Irak’a Komşu Ülkeler Toplantıları'nı devreye sokmasıyla başlayan Ortadoğu’ya açılım politikaları geçen 12 yılda Türkiye’nin bölgedeki profilini yükseltti. Bu süreçte yaşanan 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi, Davos’taki 'one minute' vak’ası ve İsrail’in Mavi Marmara gemisine yönelik saldırısından sonra yaşanan gelişmeler ve İsrail’in Türkiye’den resmen özür dilemesi bu profili daha da yükseltti. Milliyet