Kahire’de Çek dostlarından biriyle karşılaşan Nâzım, beraberindeki Veray’la birlikte bu dostun peşine takılırlar. Mesele gene tatlıdır, ancak bu sefer bambaşka bir tatlı:
Nâzım, gerisinde çocukluğunun bütün tatlılarının yattığı camlı vitrinin önünde durdu:
Veracığım, tut beni! Şimdi burada ne varsa satın alabilirim! Öyle lezzetlidirler ki!
Hepsi de tıpkı Türkiye’deki gibi! Şu baklavaya bak, şerbeti nasıl sızıyor. Ah, hiçbir zaman böyle harika bir şey yememişsindir. Ağzım sulandı. Çok gülünç olduğumu biliyorum, ama elden ne gelir. Doğunun bütün bu hazinesini bir anda gövdeye indirmek isteği öldürecek beni!
Kahire’den ayrılmadan önce Nâzım bu tatlıcıya bir kere daha uğradı ve uzak yere götürmek için bir kutu baklava hazırlamasını rica etti. Şerbetinin akmaması ve erimemeleri için her türlü önlemi alarak yerleştirdiler kutuya baklavaları, ve en küçük bir delikten uçup gidebilecek mücevher tozunu paketler gibi paketlediler. Nâzım kutuyu renkli fiyongundan tutup kaldırdı ve bir debdebeyle, elini sıkarak vedalaşırken, tatlıcıya bu leziz şeyleri Moskova’da oturan ve hayatında hiçbir zaman gerçek baklava yememiş olan kendisi gibi Müslüman bir dostuna hediye olarak götüreceğini açıkladı. “Evet, tabii, her yerde Müslüman var, Moskova’da da. Elbette. Ya ne sanıyordunuz?”
Uçakta Nâzım kutuyu dizlerinde tutuyor ve parmaklarıyla fiyongunu çözüp bağlıyordu.
-
Şunu ver de yukarı koyayım, -dedim.
-
Dursun, yorulmadım, -dedi Nâzım.
Bir süre Nil üzerinde uçtuk. Çocukluğumuzun “mavi” Nil’i koyu sarı bir renkte görünüyordu yukardan. Gözlerimi ayırmaksızın bakıyordum pencereden. Bir süre sonra Nâzım’a döndüm. Fiyongu çözmüş, kutunun içindeki kâğıdı hışırdatıyordu.
-
Ne yapıyorsun? - diye sordum hayretle.
-
Baklava akmış mı akmamış mı bir bakayım dedim - diye yanıtladı.
Kutunun içine göz attım. Baklavalardan bir tanesi kayıplara karışmıştı.
-
Ama onu Ekber’e hediye olarak götürüyorsun,- diye anımsattım.
-
Çok var canım. Tam on parça. Hepsini birden yiyecek değil ya, uzun süre de kalmaz. Kurur. Lezzetini yitirir,- diye yanıtladı beni,- Kirovobad baklavasından da kötü olur...
Kutuyu yeniden bağladım, Nâzım sakinleşir gibi oldu.
-
Uyumuyor musun?- diye birkaç kez sordu bana.
- Uyumuyor musun?
Bir ara dalmışım. Gözlerimi açıp Nâzım’a baktığımda ağzı doluydu, avurtları şişmişti. Kutuya baktım, yırtılıp açılmıştı. Selefon kâğıtları paramparça olmuş, baklava da yarıdan aza inmişti.
-
Ne yapıyorsun Nâzım! -dedim sitemle.- Neredeyse hepsini bitirmişsin baklavanın!
-
Bilmiyorum! Kendimi tutamadım. Nasıl olduğunun farkına varmadan yemişim. Biraz daha kaldı, ama şimdi bunları yiyip bitirmek gerekiyor. Bu kadar az şey vermek ayıp olur,- ve bir saniye duraksamadan sonra geri kalan baklavaları da birbiri arkasına attı ağzına.
-
Tanrım, şimdi Ekber’e ne diyeceksin? -diye sordum
.- Ne kadar üzülecek...
-
Canım, niye üzülecekmiş? - diye çabucak yanıtladı Nâzım.
- Kendisine baklava getirdiğimi bilmiyor ki. Öyleyse üzülmeyecek.
Şeremetyevo havaalanında uçaktan inip de Ekber’i gördüğümüzde Nâzım onu kucakladı ve şöyle dedi:
-
Oy Baba, babanız baklava getirdi size. Kahire’den. Hakiki baklava!
Ama yolda kendini tutamayıp hepsini yedi.
Yorum Yazın