Kaçamayacağımız, tek başımıza değiştiremeyeceğimiz bir gerçek var: Toplumun İyileşemeyen Yaraları.
Her noktadan yükselen alev, bir bireyin kaygısını artıran, umutlarını bir nebze daha söndüren kolektif bir acının yansımasıdır. Yangınlarla birlikte yok olan sadece doğa değil, aynı zamanda toplumun ortak belleği, dayanışma duygusu ve geleceğe dair inancıdır. Bu durumu açıklamak için, 'kolektif travma' (collective trauma) kavramını ele almak gerekir. Kai Erikson’un tanımladığı üzere, kolektif travma sadece bireylerin psikolojik durumlarını değil, toplumun genel yapısını etkileyen bir fenomendir.
Bu süreçte bireylerin duygu dünyasına yakından baktığımızda, 'öğrenilmiş çaresizlik' (learned helplessness) kavramının izlerini görebiliriz. Seligman’ın teorisine göre, birey tekrar eden kontrolsüz durumlarla karşılaştığında, bir süre sonra değişim yaratabileceğine dair inancını kaybeder. Yangınlarla ilgili toplumsal reflekslerde de benzer bir mekanizmanın işlediği söylenebilir. Her yıl tekrar eden felaketler, toplumu edilgen bir konuma itiyor; bu da 'toplumsal dissosiyasyon' (social dissociation) dediğimiz bir kopuşa neden oluyor. Toplum, yaşanan travmaları bir savunma mekanizması olarak normalleştiriyor ve bu da tepkisizlik döngüsünü pekiştiriyor.
Öte yandan, bu travmatik döngülerin bireysel düzeydeki etkileri, 'post-travmatik stres bozukluğu' (PTSD) ve 'ikincil travma' (secondary trauma) gibi psikolojik durumlarla kendini gösterebilir. Danışmanlık süreçlerinde, bireylerin yalnızca kişisel geçmişi değil, aynı zamanda yaşadıkları çevrenin sosyo-ekonomik ve kültürel etkileri de incelenmelidir. Özellikle afet bölgelerinde büyüyen bireylerin 'travma sonrası büyüme' (post-traumatic growth) kapasitesini değerlendirmek, uzun vadeli iyileşme süreçlerinde önemli bir rol oynayabilir. Ancak bu iyileşme, adalet ve sorumluluk mekanizmalarının işlemediği bir ortamda sekteye uğrar.