Paris İklim Anlaşması’ndan Çıkmalıyız!
Filmi ile şöhret bulan Jurassic Park romanının yazarı Michael Crichton’un anlamlı bir sözü var: “Gerçek, fikir birliğiyle belirlenmez.” Paris İklim Anlaşması gündeme gelince bu söz aklıma geliyor.
2015 yılında Paris’te atılan imzalar, yalnızca bir iklim anlaşmasının başlangıcını değil, aynı zamanda insanlığın geleceğine dair umut dolu bir adımı temsil ediyordu. Dünya liderleri tarihe tanıklık ettiklerini düşünürken, manşetler iyimserlikle doldu; çevre örgütleri meydanlara indi, finans dünyası “yeşil” bir devrimin eşiğinde olduğunu sandı. Ancak bugün, aradan geçen yılların ardından atmosfer hâlâ ısınıyor, karbon salımları artmaya devam ediyor, enerji sistemleri fosil yakıtlara sıkı sıkıya bağlı kalıyor.
Paris Antlaşması’nın gerçek ve kalıcı bir dönüşüm yaratma iddiası, artık sorgulanan bir hayalden öteye geçemiyor.
O gün atılan imzalar, sadece bir protokolün kabulü değil, aynı zamanda bir dönemin umutlarıydı. Ne var ki, yıllar geçtikçe bu umutlar beton duvarlara çarparak geri döndü. Hedefler, iyi niyetli ama sembolik kaldı. Rakamlar ise, görmezden gelinemeyecek şekilde ters yöne hareket etti. Artık mesele Paris Anlaşması’nın yaşayıp yaşamadığı değil; hangi mezarlığa gömüleceği.
Trump’ın geri çekilişi: Paris’in tabutuna ilk çivi mi?

2017’de dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın ülkesini anlaşmadan çekmesi, küresel kamuoyunda büyük yankı uyandırdı. Medya bunu Paris Anlaşması’nın uğradığı en ciddi darbe olarak gördü. Ancak gerçek şu ki; Paris Anlaşması en başından itibaren kırılgan temeller üzerine kurulmuştu ve başarısızlığa meyilliydi. Bugün hâlâ birçok ülke ve ana akım medya bu gerçeği açıkça kabullenmekte zorlanıyor.
Trump’ın geri çekilme kararı, anlaşmayı sembolik düzeyde zedelemiş olabilir; ancak aslında Paris Anlaşması’nın fiilen etkisizliği, son imzalar daha kurumadan ortaya çıktı. Anlaşmanın iç yapısı, küresel fiziki, ekonomik ve sosyal dinamiklerle birleştiğinde, sera gazı emisyonlarını azaltmak bir yana, artış eğilimini bile durduracak güce sahip değildi.
Zaten 2015’te anlaşmayı hazırlayanlar bile, ülkelerin verdiği taahhütlerin 2°C’lik sınırın altında kalmak için yetersiz olduğunu sessizce kabul etti. Yapılan analizler, tarafların belirlediği hedeflere eksiksiz uyması halinde bile, emisyon kesintilerinin 2°C eşiğini tutturmak için gerekli düzeyin yarısına dahi ulaşamayacağını gösteriyordu.
2017 yılında Birleşmiş Milletler tarafından yayımlanan bir rapor, tüm ülkeler taahhütlerini tam anlamıyla yerine getirse bile, yüzyıl sonunda sıcaklık artışının 3°C’ye kadar çıkabileceğini öngörüyordu. Bu, anlaşmanın kendi hedefleriyle çeliştiğinin en açık kanıtıydı.
Taahhütlerin arkasında durmayan ülkeler
Paris Anlaşması’nın altını oyan en önemli gerçeklerden biri, bazı ülkelerin taahhütlerini yerine getirme niyetlerinin olmaması değil, artık bunu açıkça ifade etmeleridir. Medyaya yansıdığı gibi, Arjantin, Endonezya, Güney Afrika ve Güney Kore gibi büyük yayıcı ülkeler; daha düne kadar fosil yakıt kullanımını sınırlama ve emisyonları azaltma taahhütleriyle sahnedeyken, bugün açıkça kömür, doğal gaz ve petrol üretimini artıracaklarını beyan ediyorlar. Üstelik bu kaynakların bir kısmını ABD’den ithal etmeyi de planlıyorlar.
Suçlu olarak Trump’ı göstermek kolay, fakat veriler başka bir şey söylüyor. Bugün daha fazla fosil yakıt isteyen bu ülkeler, fosil tüketimlerini Trump’ın Paris Anlaşması’ndan çekilmesinden çok önce artırmaya başlamıştı bile. Hatta ilk taahhüt dönemi içinde, emisyonlarını azaltmak için belirli hedefler koymuş ülkelerin hiçbiri, bu hedeflere ulaşmada kayda değer bir başarı gösteremedi.
İklim riskinin boyutları gerçek mi?
Diğer taraftan, Paris Anlaşması’nın çöküşünün ardındaki siyasi, bilimsel ve ekonomik yapılarına, Princeton Üniversitesi’nden saygın fizikçi Prof. Dr. William Happer’ın bilimsel eleştirileri eşliğinde de bakabiliriz.
Dr. William Happer, bu tür anlaşmaların, “kılıçsız antlaşmalar” olduğunu vurguluyor: “İklim politikalarının çoğu, temelsiz bilgisayar modellerine ve siyasi korkulara dayanıyor. CO₂’nin atmosferdeki artışı, yaşamın temelidir; tehlike değil.”
CO₂ zehir mi, gıda mı?
Paris Anlaşması ve onu izleyen yeşil dönüşüm politikaları, karbon dioksiti adeta bir “atmosferik şeytan” ilan etti. Oysa Dr. Happer’ın fiziksel ve biyokimyasal analizleri, bunun aksini gösteriyor:
“Bitkiler, CO₂’yi fotosentezle şekere dönüştürür. CO₂ seviyesi tarihsel olarak çok daha yüksekti ve hayat gelişti. Bugünkü seviyeler biyosfer için düşüktür.”
Dr. Happer’a göre, CO₂’nin sıcaklıkla ilişkisi neden-sonuç değil, korelasyon temellidir. Isınma önce gelir, CO₂ artışı onu takip eder. Bu, Grönland ve Antarktika buz çekirdeklerinde açıkça görülüyor.
“Bugünkü küresel ısınma, 1800’lerde sona eren Küçük Buz Çağı’ndan doğal bir toparlanmadır. Fosil yakıtların etkisi varsa bile, bu en fazla 0,75°C düzeyindedir.”
Paris Anlaşması gerçekten öldü mü?
1. Bilimsel Temelsizlik: Happer, “iklim modellemeleri”nin halkı yanıltmak için kullanıldığını söylüyor. “Bu modeller geri bildirimleri çarpıtıyor. Doğadaki sistemler çoğunlukla negatif geri beslemeye dayanır. İklim modelleri bunu tersine çeviriyor.”
2. Siyasi Yozlaşma: “Araştırma fonları, ancak iklim felaketi söylemini destekleyen projelere gidiyor. Genç akademisyenler, ailelerini geçindirmek için susmak zorunda kalıyor.”
3. Medya Manipülasyonu: “Bugün Corpus Christi’de kar yağarsa, medya bunu küresel ısınmaya bağlar. Oysa bu, her 20 yılda bir olan doğal bir döngüdür.”
Paris İklim Anlaşması’nın Türkiye açısından dezavantajları

2015 yılında kabul edilen Paris İklim Anlaşması, küresel sıcaklık artışını sanayi öncesi seviyelerin 2°C altında tutmayı ve mümkünse 1,5°C ile sınırlamayı amaçlayan evrensel bir uzlaşıdır. Türkiye, bu anlaşmayı 2021’de onaylayarak 2053 yılına kadar net sıfır emisyon hedefi belirledi. Ancak bu hedefe ulaşmak, ülke açısından yalnızca çevresel değil, aynı zamanda ciddi ekonomik, yapısal ve siyasi engelleri aşmayı gerektiriyor.
Ek I listesinin gölgesinde ekonomik sorumluluklar
Türkiye’nin Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamındaki “gelişmiş ülke” statüsü, ülkeyi gelişmekte olan ülkelerin faydalandığı finansman ve teknoloji desteklerinden büyük ölçüde mahrum bırakıyor. Bu sınıflandırma Türkiye’yi, hem daha ağır yükümlülükler altına sokmakta hem de destek veren ülkeler arasında konumlandırarak dönüşüm maliyetini kendi kaynaklarıyla karşılamaya zorluyor.
Bu durum, özellikle Temiz Kalkınma Mekanizmaları gibi fonlardan yararlanmayı sınırlamakta ve Türkiye’ye ciddi bir mali yük getiriyor.
Düşük karbonlu bir ekonomiye geçiş, yüksek düzeyde yatırım gerektirir. Enerji dönüşümünü gerçekleştirebilmek için yalnızca bu alanda yıllık 5 ila 7 milyar dolar, genel dönüşüm içinse yaklaşık 25 milyar dolar ek kaynağa ihtiyaç duyuluyor.
Bu rakam, Türkiye’nin GSYH’sinin %2,8’ine denk gelirken, 2019 yılı itibarıyla ülkeye gelen doğrudan yabancı yatırım miktarı yalnızca 5,8 milyar dolarda kaldı. Yatırım girişlerinin 2016 sonrası gerilemesi, iklim finansmanını erişilmesi güç bir hedef hâline getirdi.
Fosil enerji bağımlılığı
Türkiye’nin enerji altyapısı hâlâ büyük ölçüde fosil yakıtlara dayalıdır. Toplam sera gazı emisyonlarının %72,5’i enerji sektöründen kaynaklanmakta, ülkenin enerji ihtiyacının neredeyse dörtte üçü fosil kaynaklardan karşılanıyor.
Ulaşımın %97’si petrol, sanayinin ise %67’si doğrudan fosil kaynaklarla besleniyor. Ayrıca, Türkiye yılda yaklaşık 6,8 milyar doları fosil yakıt sübvansiyonlarına ayırıyor. Bu tablo, yeşil dönüşüm hedefleriyle çelişiyor.
Avrupa pazarıyla uyum sorunu
Avrupa Birliği’nin devreye aldığı Karbon Sınırı Ayarlama Mekanizması (CBAM), Türkiye’nin ihracat performansı açısından ciddi bir baskı oluşturuyor. Türkiye ihracatının yaklaşık %50’sini AB’ye yaparken, çimento, demir-çelik, alüminyum ve elektrik gibi karbon yoğun sektörler ilave vergilerle rekabet dezavantajı yaşanıyor. Özellikle demir-çelik sektörü halen yüksek karbon içerikli kömür kullanmakta; çimento sektörü ise küresel çapta en yüksek emisyon yoğunluğuna sahip endüstriler arasında yer alıyor.
İklim taahhütlerinin yetersizliği
Climate Action Tracker, Türkiye’nin mevcut iklim politikalarını “kritik derecede yetersiz” olarak sınıflandırmakta; ülkenin Ulusal Katkı Beyanı (NDC), 2038’e kadar emisyonların artmasına izin vererek 1,5°C hedefinden uzak bir senaryo ortaya koyuyor.
Türkiye’nin 2030 için belirlediği 695 MtCO2e’lik hedef, olması gerekenin iki katı üzerindedir. Bilimsel modellemeler, bu tarihte 310 MtCO2e düzeyine inilmesini öngörüyor. Ayrıca, ara hedeflerin eksikliği, 2038 sonrası dönemde çok keskin bir düşüş zorunluluğu doğuruyor.
Fosil bağımlılığıyla çelişen gelecek
Türkiye, 2024 itibarıyla Avrupa’nın en büyük kömürle çalışan elektrik üreticisi konumuna geldi. Ancak kömürden çıkışa dair net bir takvim sunmadı. 2025 yılına kadar planlanan 270 sondaj operasyonu ve yerli fosil kaynak üretimini artırma politikaları, iklim taahhütleriyle derin bir çelişki içinde bulunuyor. Aynı şekilde, ülkenin enerji merkezi olma vizyonu, doğalgaz bağımlılığını artırarak yeşil dönüşüm stratejisini sekteye uğratıyor.
İklim politikalarının uygulanmasında kurumsal kapasite ve düzenleyici çerçeve eksikliği, Türkiye’nin önündeki bir diğer önemli engeldir. Gelişmiş ülke statüsüne dair devam eden tartışmalar, politika alanında belirsizlik oluşturuyor. Ve şeffaflık, izleme ve değerlendirme mekanizmalarının yetersizliği, ilerlemenin izlenmesini zorlaştırıyor.
Enerji bağımlılığı
Türkiye enerji ihtiyacının büyük bölümünü ithalat yoluyla karşılıyor. Doğalgazın tamamı, petrol ürünlerinin %91’i ve kömürün %77’si yurt dışından temin ediyor. Ana tedarikçi olarak Rusya öne çıkıyor. 2001-2021 arasında enerji tüketiminin ikiye katlandığı, 2050’ye dek elektrik talebinin %55 oranında artacağı öngörülüyor.
Enerji sektöründeki dönüşüm yalnızca finansal değil, aynı zamanda teknolojik bir sıçrama da gerektiriyor. 2030’a kadar kömürden elektrik üretiminin sonlandırılması, yerli güneş ve rüzgâr yatırımlarının artırılması, karbon yakalama teknolojileri ile pil depolama altyapısının geliştirilmesi bekleniyor.
Karbon fiyatlandırmasının ton başına 50-70 dolar arasında değişebileceği tahmin edilirken, Emisyon Ticaret Sistemi’nin (ETS) hayata geçmesi sanayi sektörünün uluslararası rekabet gücünü etkileyebilir.
Türkiye’nin karbon yoğun sektörleri, dönüşüm sürecinde ciddi uyum sorunlarıyla karşılaşıyor. Üretim sektörü Avrupa ortalamasının üzerinde emisyon üretirken, inşaat sektörü enerji verimliliği açısından AB standartlarının gerisinde. Kömür bağımlı bölgelerde adil geçiş süreçleri önem kazanıyor ve işgücünün yeniden eğitimi ve sosyal destek mekanizmaları hayati hâle geliyor.
Umut veren gelişmeler

Tüm bu güçlüklerin yanında, yeşil dönüşüm süreci Türkiye için bazı stratejik fırsatlar da sunuyor. Düşen fosil yakıt ithalatı ve azalan hava kirliliği, uzun vadede ekonomik ve halk sağlığı açısından olumlu sonuçlar doğurabilir. 2022-2040 arasını kapsayan projeksiyonlara göre, iklim politikalarından toplamda 146 milyar dolarlık ekonomik fayda elde edilebileceği öngörülüyor.
Ayrıca, Türkiye’nin 2030’a kadar hedeflediği 10 GW güneş ve 16 GW rüzgâr enerjisi kapasitesi, ülkenin yenilenebilir enerji potansiyelini ortaya koyuyor. Coğrafi olarak enerji zengini bölgelerle yakınlığı da, Türkiye’yi bölgesel bir enerji oyuncusu yapabilecek önemli bir avantajdır.
Paris Anlaşması: Güzel niyetlerin politik kabusu
Paris İklim Anlaşması, tarihsel olarak bağlayıcılığı olmayan “iyi niyet protokollerinin” son halkasıydı. Anlaşma, ülkelerin kendi belirledikleri gönüllü emisyon azaltım hedeflerine dayanıyordu. Ancak bu hedefler yasal zorunluluk taşımadığı gibi, ulusal hukuk sistemlerinde bağlayıcı hale getirilmedi.
BM Çevre Programı’nın (UNEP) 2023 yılı Emissions Gap Report’una göre, ülkelerin bugüne kadar verdikleri taahhütler, küresel sıcaklık artışını 2°C altında tutmaya yetmeyecek. Mevcut taahhütlerle, dünya 2100 yılına kadar ortalama 2,7°C - 3,2°C arası bir ısınmaya mahkûm.
İklim diplomasisi lidersiz mi?
Bütün bu gelişmeler anlaşmanın sonu muydu, yoksa bazı uzmanlara göre bir “uyarı ziline” mi dönüştü? Columbia Üniversitesi İklim Merkezi’nden Prof. Jeffrey Sachs bu süreci şöyle özetledi: “Trump’ın çekilmesi, dünya genelinde iklim diplomasisinde liderlik boşluğu yarattı. Ancak bu boşluk, AB ve Çin tarafından hızla dolduruldu. Bu bir gerileme değil, yeniden konumlanmaydı.”
Nitekim Avrupa Birliği, 2019’da Avrupa Yeşil Mutabakatı’nı açıklayarak 2050’ye kadar karbon nötr olma hedefini duyurdu. Çin ise 2060’ı hedef belirledi ve sadece 2023’te 120 GW’lık yeni güneş paneli kurulumuyla dünya liderliğini pekiştirdi.
Çin, Hindistan ve emisyon gerçeği
Paris Anlaşması’nı en çok eleştiren kesimlerin haklı olduğu bir nokta var: Çin ve Hindistan, bu anlaşmada kesin emisyon azaltım taahhüdünde bulunmadılar. Çin’in emisyonları 2015’ten bu yana her yıl arttı. 2024 itibarıyla, küresel CO2 emisyonlarının %32’si Çin kaynaklı. Hindistan da büyüyen nüfusu ve sanayi yapısı nedeniyle kömür tüketimini artırmaya devam ediyor.
Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) verilerine göre, sadece Çin 2023 yılında yaklaşık 12,5 milyar ton CO2 salımı yaptı. Bu, Paris Anlaşması’ndaki tüm hedeflerin toplam etkisini dengeleyebilecek kadar büyük bir sayı.
“Paris’ten çıkalım” demek yetmez
Evet, Paris Anlaşması eksik, kusurlu ve hatta bazılarına göre ölü. Ancak yerine ne koyacağız? Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) 2024 raporuna göre, 2023 yılı en sıcak yıl oldu ve 1,5°C sınırına geçici olarak ulaşıldı. O hâlde, anlaşmadan çıkmak, iklim değişikliğini yavaşlatmaz; sadece Türkiye’yi küresel arenada yalnızlaştırır.
Prof. Dr. Mariana Mazzucato’nun önerdiği “Görev Odaklı İklim Yönetişimi” modeli örnek alınabilir. Bu model, kamu-özel sektör işbirliğini esas almalı. Sadece hedef değil, uygulama aşamalarını da takip etmeli. Vatandaş katılımını teşvik etmeli (enerji kooperatifleri gibi) ve ölçülebilir, denetlenebilir ve esnek bir yapıya sahip olmalı.
Uygulama reformuna ihtiyacımız var
Paris Anlaşması, belki de tarih kitaplarında “iyi niyetli ama etkisiz” olarak anılacak. Ancak onu toptan gömmek yerine, dersler çıkararak yeni bir iklim yönetişimi kurgulamak gerekiyor.
Türkiye için, illa anlaşmadan çıkmak değil, akıllı ve seçici bir entegrasyon modeline geçmek de çözüm olabilir.
Sanayi, tarım, ulaşım ve enerji sektörlerinde karbon yönetimi odaklı dönüşüm planlanmalı.
Karbon ayak izi “ceza” değil, “rekabet” unsuru olarak değerlendirilmelidir.
Kanaryalarımızı kurtarmak istiyorsak, sadece kafesin kapısını açmak yetmez. Onlara uçacak bir gökyüzü de sunmak gerekir. Bu gökyüzü, artık boş sözlerle değil; bilimle, teknolojiyle ve samimi eylemlerle şekillendirilmelidir.
Çağdaş bir yazarın sözüyle konuya girdim, klasik bir felsefeci ile konuyu kapatayım: Toplum sözleşmesi teorisini anlattığı eseri Leviathan 1651) ile ünlü İngiliz siyaset felsefecisi Thomas Hobbes’un şu sözünü unutmayalım: “Kılıçsız antlaşmalar kelimelerden başka bir şey değildir.”
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!