İlk romanım Prens Çıplak’tan sonra bir süre okuma, dinlenme ve kafamda yeni hikâyemi kurgulama arası verdim hayata. Geçen yıl eylül ayında kendimi hazır hissettiğimde yeni serüvenin başına ilk kez oturdum ve gerçek hayatın karşımıza çıkardığı bin bir türlü zorluğa yenilmeksizin, vazgeçmeden yazdım Tuana’nın öyküsünü.
Ben kişi adlarına fazlasıyla önem veren biriyim. Bu, yazdıklarım için de geçerli. İşe kahramanlarımın isimlerini belirleyerek başladım. Romanda geçen her ismin anlamı ve önemi büyük. Daha sonra isimlerini alan karakterler kafamda birbiriyle tanışınca oluşturmak istediğim kurguya dâhil oldular birer birer zamanla.
Yaşam ve düzene dair bazı dertlerim var herkes kadar ya da her yazarın olması gerektiği kadar diyeyim. Bu dertlerimin hepsini akışa uygun olarak olay örgüsüne yedirerek ilerledim. Açıkçası ben yazdıkça sonrası da kendiliğinden aktı.
Romanlarımda birinci önceliğim, okura keyifli vakit geçirtmenin yanında, herkesin kendinden bir şeyler bulacağı ve bazı durumlara karşı farkındalık kazanacakları, kitabı bitirdiklerinde ise hayata karşı bakış açılarında muhakkak bazı değişiklikler hissedecekleri bir iskelet yaratmak. İkinci eserimde de insan psikolojisi ve ilişkilerini her şekliyle görmek mümkün. Bu yolda kelimelerimle kaç kişiye olumlu anlamda dokunabilirsem hedeflediğim başarıya o kadar yaklaşmışım demektir.
Okurken hayat kadar aşk hayat kadar hüzün, yaşamın içinde olan tüm acı ve tatlının birleşimini hissettirebildiğim, kafamdakini olduğu gibi kapıda yansıtabildiğim bir eser olduğunu düşünüyorum.
Tüm bu ilerleyişin sonunda, on bir aylık yoğun çalışmanın, emeğin sonucunda Son Sardunya, Edisyon Yayınevi vasıtasıyla nihayet okurlarına ulaştı.