Fethiye Çetin 'Kamp Armen' Sorununa Çözümü Anlattı
Bugünlerde Kamp Armen çocuklarının başı dertte, neler oluyor?
Öncelikle 1936 Beyannamesi’nden bahsetmek lazım. Bugünkü Kamp Armen ile ilişkisini kurmak açısından söylüyorum bunu. Ülkede biliyorsunuz azınlık nerdeyse bırakılmadı ama özellikle bazı şehirlerde, İstanbul’da halâ azınlık vakıfları var. Bunlara cemaat vakıfları deniyor yasal olarak. Bu vakıfların ellerindeki mallar, 60 lı yıllardan itibaren, birer birer gasp edilmeye başlanmıştı. Yani Kıbrıs olaylarının olduğu zamanlar. Bu sırada azınlıklara, Ermenilere, Rumlara yeniden baskılar başlamıştı. Ellerindeki mallar da birer birer alınıp gasp ediliyordu. Azınlık vakıflarının mal edinmesi engelleniyordu. Edinilen mallar ise ellerinden alınıyordu. Elbette yasalara uygun değildi. Lozan anlaşmasına tamamen aykırıydı. Bir Yargıtay içtihadı ile yapıyorlar bunu. Yani hukukçular eliyle.
Söz konusu içtihat ise şöyleydi: Bu vakıfların 1936 yılındaki beyannamelerinde eğer mal edineceklerine dair bir hüküm yoksa ellerindeki mallar geri alınır, deniyordu. Oysa o dönem vakıflara bırakınız mülk edinmeyi başka sorular soruluyordu. Mesela, “Elinizde kaç gayrımenkul var? Bunlar tapuda nasıl kayıtlı? Nasıl idare ediliyor?” şeklinde sorular. Bir biçimiyle bildirim gibi beyannameler.
El koymayı mı düşünmüşler o sırada da ?
Sanmıyorum. O zaman el koymayı çok düşünmeseler de bütün vakıfları biraz zapturapt altına almak için bu yola gitmişler. Çünkü 1935 yılında Vakıflar Kanunu çıkıyor.
Daha sonra vakıfların ellerinden malı alacaklar ama yasalar pek elverişli değil, Lozan anlaşması var üstelik. Ne yapacaklar? Bir tane cin hukukçu çıkıyor ve diyor ki: 36 beyannamesi onların vakfiyesi sayılır. O beyannamelerde sonradan mal edineceklerine dair bir hüküm yoksa bir daha mal edinemez vakıflar. Halbuki böyle bir şey sorulmamış o sırada. Gerçekten kötü niyetli bir uygulama. İşte o yıllardan başlayarak vakıfların ellerindeki malları almaya başladılar.
Mesela Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun inanılmaz kararları var. Orada bütün bu TC vatandaşı olan azınlıklarla ilgili “yabancı” nitelemesi yapılıyor. Yabancıların mal edinmesinin sakıncaları üzerinde duruluyor ve onların mal edinmesi halinde devletin tehlikeye gireceğinden söz ediliyor. İçtihadın dayandığı şey bu. Karar oy birliğiyle çıkıyor. Kimse de çıkıp demiyor ki: bunlar bizim yerleşik vatandaşımız. Niyet ve mantalite bu. Üstelik alınırken para ödenmiş bu yerler bilâ-bedel yani bedelsiz geri alınıyor.
Tuzla yetimhanesi de böyle bir uygulamanın kurbanı . Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi nin vakfına ait.
Çok sayıda çocuk var yetimhanede. Çocuklar kamp yapsın, hem de eğitim yapılsın diye yıllar önce o araziyi satın alıyorlar. Hatta o zamanlar oralarda pek kimseler yok. Kampın yapımında çocuklar çalışıyor. Hrant ve Rakel de bu çocuklardan. Elleriyle, tırnaklarıyla çalışıyorlar. Hrant mezun olduktan sonra kampın idarecisi de oluyor. İşte şimdi ise, 60’lı yıllarda başlayan 36 beyannamesi uygulaması ile kampa el koyma çabası var.
Niçin şimdi? Bu zamanlama neyin hesabı?
Bu yetimhane birinden ötekine devredilerek, 8 kez el değiştirmiş. Şu anda ise oralar çok değerlendi. Çok para ediyor. Son sahibi de orayı yıkıp villaları kondurmak istiyor. Çünkü o bölgede yüksek fiyatla villalar yapılmış durumda.
Yeni Vakıflar Kanunu’nda, 2008 sanırım, olumlu bir değişiklik yapılarak, 36 beyannamesi ile el konulan mülklerden, hala devletin elinde olanlar varsa vakıflara yeniden iade edilmesi konusunda hüküm kondu. Olumlu elbette ama uygulamada bunların % 10’u iade edildi. Ayrıca bir sorun daha vardı. Üçüncü şahıslara devredilenler konusunda bir hüküm yoktu. Vakıflar Genel Müdürü ile bir görüşmemiz olmuştu, ben de katıldım.
Devletin uygulaması sonucu insanların zarara uğradığını, devletin bu durumu onarması gerektiğini anlattım. Ne yapılabileceği sorulduğunda ise; devletin sürekliliği olduğunu, sorumluluğunun da sürekli olduğunu ve bu yerlerin kamulaştırma ile eski sahiplerine iade edilmesi gerektiğini söyledim.
Bugün yetimhane yıkılmaya başlandığı anda yeniden tartışılmaya başlandı. Yetkililer ne yapmalı?
O gün dediğimin aynısı. Kamulaştıracak devlet orayı. Çünkü bunda kamu yararı vardır. Devlet kendi fiiliyle bu zarara yol açmıştır. Bu toplumsal barışı zedeler. Kamu yararı ve kamu düzeni bunu gerektirir. Sekizinci sahibinin de parasını devlet tazmin edecek ve yetimhaneyi Gedikpaşa Ermeni Kilisesi Vakfına iade edecek.
Bu çok zor bir iş mi?
O kadar çok örnek buluruz ki kısa bir araştırmayla. Hiç zor değil. Acele kamulaştırma da yapıyorlar, kararları çıkarabiliyorlar. Çünkü devlet bu işten sorumludur. Sorumluluk gereğini yapmalıdır.
Neler yapıyorsunuz şu aralar ?
Kuşkusuz bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Her an yeni bir şeyler de öğreniyorum. Öğrenme sürecim halâ devam ediyor. Hani insanın hayatında önemli dönüm noktaları vardır. Benim hayatımın dönüm noktası anneannemin hikayesidir. Bu hikayeyi öğrendikten sonra hayatımın aldığı biçimdir. Bu hikayenin omuzlarıma yüklediği sorumluluk bilinciyle bir yolculuk başladı çünkü. Hukuk fakültesini kazandığım yıllardı. Anneannem “Benim kardeşim Amerika’da bulursan onu sen bulursun” dedi. Bu konuşmanın geçtiği yıllarda 69 yaşlarındaydı.
Onun 9 yaşında başlayan hikayesi, bir Ermeni köyünde, Habap köyünde Gadaryan ailesinin çocuğu Heranuş Gadaryan olarak hayata başlar ve 1915 olaylarının tanığıdır. İşte oradan başlayan yolculuğum sırasında gerçekten çok şey öğrendim ve halâ devam ediyor. Öncelikle tarihimiz konusunda bize hep yalan söylendiğini fark ettim.
Bütün bunlardan sonra arkadaşlarımla bu hikayeyi paylaşmaya başladım. Sonra avukatlığım sırasında azınlık haklarıyla ilgilenmeye başladım. Çünkü farkındalığım arttı. Etrafıma baktığımda kalan Ermenilerin, Rumların ve azınlıkların, halâ ne büyük haksızlıklara uğradıklarını gördüm. Baroda azınlık hakları çalışma grubu oluşturarak orda çalıştım.
Anneanneniz o konuşmadan önce de olan bitenle ilgili veri sunuyor muydu?
Kuşkusuz! Ancak tam farkında değildik bizler. Değerlendirecek durumda ve yaşta değildik. Mesela anneannem benim okuldaki başarılarımı, mandolin çaldığım için müziğe yatkınlığımı her gördüğünde “ sen bizim tarafa çekmişsin” derdi. Anlamazdım. Beni takdir ettiğini zannederdim. Oysa “ bizim taraf” dediği Ermeniliğimizdi. Sonra kişisel olarak farkettiğim bi çörek hikayesi vardır. Anneannem akşamdan hamuru ekşimeye koyar ve ertesi gün çörek yapardı. Biz o çörekleri çok severdik. Mahlepli, çörek otlu bayılırdık, nefis olurlardı. Fakat sonra bazı arkadaşlarımla konuştuğumda şunu farkettim; yılın belli zamanlarında belli evlerde çörek yapılıyordu! Derdi ki arkadaşlarım: “ Biz nenemle size gelirdik, çörek yer, çay içerdik, sonra öteki eve giderdik.” Çöreğin yapıldığı evler aynı geçmişe sahip evlerdi. İnanılmaz. Bir sürü şey kaybedilse dahi kadınların o geleneği kendi aralarında sessizce sürdürmeleri çok anlamlı, çok etkileyici.
Anneannem kitabınızdan sonra da yazdınız değil mi? Biraz bahseder misiniz?
İlk kitabım Anneannem. 1915 ile ilgili tartışmalar o kadar gayrı insani çizgide sürüyordu ki bu beni çok acıtıyordu. Yok soykırımdı değildi. Yok kaç kişi öldü. Şu kadar kişi öldü. Yok hastalıktan öldü. Yok onun suçu, yok bunun suçu. İnsani olmaktan uzak bu tartışmalara, insani bir boyut katabilir miyim diye anneannemin hikayesini yazdım. Kuşkusuz bu boyutta yazayım diye düşünmüyordum. Çünkü ben yazar değildim. Hikâyeye yazık ederim diye düşünüyordum. Sonra kimse yazmayınca oturup ben yazdım. İnanılmaz bir etkisi oldu. Kitap kısa bir sürede tükendi art arda baskılar yaptı. Okuyan herkes çok etkilendi. Bir insan hikayesinin, gerçeğin ne kadar etkili olduğunu o zaman fark ettim.
Bu kitaptan sonra bana çok sayıda insan geldi ve kendi hikâyelerini anlattılar. Bu kez Ayşegül Altınay ile Torunlar kitabını yaptık.
Son kitap ise Utanç Duyuyorum . Hrant Dink öldürülmeden öncede avukatıydım. O süreci ve kendi tanıklığımı yazmak istedim. Kendi tanıklığımı bir şekilde tarihe bırakmak istedim ve böylelikle bu davadaki ayrıntıları da kamuya anlatmış oldum.
Bu dava çözülür mü hakikaten?
Hrant Dink davası tek başına iyi niyetle çözülmez. Çünkü bu dava sonuçlanırsa Türkiye geçmişiyle yüzleşmek durumda kalacak. O kadar birbirine bağlı ki. Devletin yapısıyla ilgili bir dava. Çabalıyoruz bu yüzleşmeyi sağlamak için. Devletin demokratikleşmesine de geçmişiyle yüzleşmesi içinde bu davanın çözülmesinin katkısı olur.
Türkiye toplumunun iyileşme süreci hakikatle yüzleşme ile başlamaz mı? Yalnızca suç ve suç işleyenlerde mi problem? Ya sessiz izleyiciler? Bildiklerini, gördüklerini unutmak için kurbanlarda kusur arayanlar? Onlar ne kadar sağlıklı?
Çok haklısın. Bu topraklarda yüz yıl önce çok büyük bir suç işlenmiş. Koca bir toplum. Adını hiç tartışmak gerekmiyor. Ben buna “soykırım” diyorum, siz demeden de tartışabilirsiniz bunu. Çok yerleşik bir toplum bu topraklardan sökülüp atılmış. Çoğu öldürülerek mallarına el konmuş. Sonra da inkar edilerek kurbanlar suçlanmaya başlanmış. İnanılmaz bir adaletsizlik. Hakikatle yüzleşmemiz lazım. Dediğin gibi böyle bir suçu işleyen de, mağdur da, tanık olan da hasta sayılır. Mağdur olmak gerekmez illa. Tanık olup bu suça engel olmamak da insanı utanç içinde bırakır.
Biz bütün bu olanları, bu sorumluluğu bir biçimde bizden öncekilerden devraldık. Nesiller arası bir yolculuğu var olanların. Hepimizin içinde. O nedenle şiddet ortamından kurtulamıyoruz. Çünkü biz o büyük şiddetle hesaplaşamadık. Yüzleşemedik. Onların faillerini yargılayamadık. Aramıza mesafe koyamadık. Bunu yapmadığımız için de yeni yeni şiddet türleri bu coğrafyada yaşandı ve ne yazık ki failler hep cezasız kaldı. Caddelere sokaklara faillerin adları verildi. İnanılmaz utanç ve travma içinde yaşıyoruz hepimiz farkında değiliz Asla sağlıklı kalamayız hiçbirimiz.
Ama şu gerçek ki:
Birbirimizi ancak biz iyileştirebiliriz. Bu toprağın Ermenileri, Türkleri, Kürtleri, Süryanileri, Rumları hep birlikte bunları konuşarak birbirimizi iyileştirebiliriz.
Yeni yeni şiddet türleri yaşanıyor dediniz. Er Sevag Balıkçı terhis edilmesine 23 gün kala öldürüldü. Davaya giriyor musunuz?
Çok acı bir olay. 24 Nisan’da öldürüldü Sevag. Öldürüldüğü tarih çok önemli. İkinci önemli şey ise deliller hemen yok edildi. Davaya girmiyorum ama yakın arkadaşlarım giriyor ve izliyorum davayı. Deliller yok edildi. Tanık ifadeleri değiştirildi. Bunun bir kaza, askerde ölüm olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Oysa öyle değil. Varolan deliller bile bunun kaza olmadığını gösteriyor. Ama ne yazık ki zihniyet böyle. Yüzyıl öncesinden başlayarak failler cezasız kaldığı için ve faillerin cezasız kalması için de bir takım hukuki düzenlemeler yapıldığı için. Failler bundan aldıkları cesaretle yeni suçlar işliyorlar. Devlet için yaptım diyor fail. Sihirli cümle bu. Cezasızlık hala sürüyor.
Sevan Nişanyan da kaçak inşaattan tutuklu uzun bir süredir..
Normalde kaçak inşaattan kimse alınmaz içeriye. Sevan Ermeni, bir de çok konuşan bir Ermeni. Hrant gibi. Çok konuşan Ermeniyi bu devlet sevmez malumunuz. Hrant’ı da o yüzden sevmezdi. O da bir tehditti. Nişanyan’ı öldürmüyor ama onu da hapishane de bu biçimde süründürüyor.
Çözüm için, az önce konuştuğumuz iyileşme için neler yapılabilir ?
Kuşkusuz devletin yaptıklarını kabul etmesi ve bunların onarılması için adım atması çok önemli. Bu iyileşme sürecini hızlandırır. Fakat yüz yıllık bir “inkâr siyaseti”nden şimdi “ortak acılar siyaseti”ne geçti devlet ancak. Bu ortak acılar siyaseti ne yazık ki hem samimi değil hem de çözüm değil . Yok Çanakkale savaşının yıldönümünü 24 nisana getirmeler. Yok meseleyi dış işlerine havale etmeler. Bunların hiç biri çözüm değil. Bu yılı atlattı diyelim bu devlet. Seneye ne olacak peki? Yine karşısına gelecek. O nedenle devletin oturup doğru dürüst bu sorunu çözmek için ne yapılabilir diye düşünmesi; samimiyetle ve bu toplumun geleceğini hesaba katarak bazı adımlar atması lazım. Devlet kolay adım atmıyor.
O zaman biz ne yapmalıyız?
Gördüğüm kadarıyla diyalogun çok büyük bir etkisi var. Biz bir araya geldiğimizde, birlikte iş ürettiğimizde, yerelde çalıştığımızda inanılmaz biçimde değişiyor, dönüşüyoruz. Ön yargılarımız kırılıyor ve devleti zorlamaya başlıyoruz. O nedenle ben sivil topluma büyük iş düştüğü kanısındayım. Ha diyelim ki devlet kabul etti, özür de diledi, onu yaptı bunu yaptı. Toplumu oluşturan bireylerin zihniyeti değişmedikçe ne yazık ki biz bu tür acıları yaşamaya devam ederiz. O yüzden de her bireyin vicdanında 1915’i ve sonrasında yaşananları mahkum etmesi lazım.
Mesela biz Hrant Dink vakfıyla birlikte anneannemin köyünde çeşmelerin restorasyonunu yaptık. Türk, Kürt Ermeni gençlerin gönüllü katılımıyla ve yörenin yerel halkının da katılımıyla. Başlangıçta çok büyük önyargılar, korkular vardı. Ama birlikte iş yapma sürecinde o korkuların önyargıların nasıl tuzla buz olduğunu gördük. İnsanların nasıl birbirleriyle sarmaş dolaş olduklarını, nasıl birbirlerini desteklediklerini ve birlikte restore ettikleri çeşmelere ne kadar önem verdiklerini gördüm. Bu bir iyileşme süreciydi hepimiz için ve aynı zamanda bir hafıza anıtıydı. Çünkü biz orada geçmişi konuşmaya başlamış olduk. Şimdi insanlar oraya giderek çeşmeleri ziyaret ediyorlar. Yani orası bi anlamda yüzleşme mekanı haline geldi. Bu örnekleri yaygınlaştırmamız lazım.
Son olarak siyasal partilerin, yaklaşan seçimlerde Ermeni aday göstermelerini nasıl değerlendirdiğinizi öğrenmek isteriz.
HDP’yi bu konuda daha samimi buluyorum. Vitrine yönelik bir iş olmadığını düşünüyorum. Bu zemin iyi bir açılım. Çünkü o parti de bunun acısını çeken bir parti. Kürt siyasetçilerinin geçmişte yaşananlara yönelik söylemleri ise bu ülkenin insan hakları kültürü açısından bir kazanım. Çok önemli. Bu bakımdan ben zaten oyumu HDP’ye vereceğim. Bildirgesini de önemli buluyorum. Sadece bu konu nedeniyle değil, pek çok konu açısından oy vereceğim bir parti. Toplumdaki dezavantajlı gruplar açısından da önemli bir zemin olduğunu düşünüyorum.
Nalan Temeltaş / Demokrat Haber Ankara