Görüş Bildir
article/comments
article/share
Haberler
Aşkın Gözü Kör mü Lost mu Survivor mı?

etiket Aşkın Gözü Kör mü Lost mu Survivor mı?

Kevser Aycan Aşkım Saroğlu
24.01.2025 - 09:20 Son Güncelleme: 24.01.2025 - 10:55

Kitaplar, hikâyeler, masallar, şarkılar, meseller, filmler, diziler, film gibi diziler, belgeseller ve “reality Show”lar, bizi bize anlattır, hayatı hızlı çekim hikâyeleştirir ve biz hikâye dinleyen ve anlatan varlıklar olduğumuzdan her zaman onlara çekiliriz.

Yazılı kültürün olmadığı zamanlarda, halk ozanları çalıp söyleyerek hikâye anlatırlardı. İnsan belki de hikâye anlatan ve dinleyen bir varlık. Çok sevdiğim yazar, Murakami’nindi galiba şöyle bir cümlesi vardı. “Fakat anlatacak bir hikayen yoksa insan nasıl yaşayabilir ki?” Yine yazar Margaret Atwood’un şöyle bir cümlesi var: “Sonunda hepimiz birer hikâye olacağız.” Gerçekten de biz hikâye anlatan ve dinleyen canlılarız.

İçeriğin Devamı Aşağıda chevron-right-grey
Reklam

Ben masal anlatılarak büyüyen çocuklardan biri olduğum için, -rahmetli anne annem ve babaannem ve Perihan halam nurlarda yatsın- neredeyse günlük olayları bile hikâyeleştirmeden anlatamam.

Ben masal anlatılarak büyüyen çocuklardan biri olduğum için, -rahmetli anne annem ve babaannem ve Perihan halam nurlarda yatsın- neredeyse günlük olayları bile hikâyeleştirmeden anlatamam.

Hatta hikayesi olmayan günlük konuşmalardan sıkılırım. Örneğin bir arkadaşımın söylediği “Bak, ıspanak çorbası yap hem lezzetli hem sağlığa çok yararlı” gibi gündelik bir bilgiyi dinlerim ama üzerimde fazla etki yaratmaz. Ama bana şöyle anlatsaydı, işte o zaman ıspanak çorbası benim için vazgeçilmez olurdu:

“Geçenlerde ne oldu biliyor musun? Bir arkadaşım aradı, sana bir çorba tarifi vereceğim, hayatında hiç bu kadar lezzetli bir çorba içmemiş, böyle için ısınmamıştır, kendini bu kadar iyi hissetmemişsindir dedi ve bana kimsenin bilmediği, olağanüstü bir çorba tarifi verdi, hemen çarşıya koşup, bir demet yemyeşil ıspanak aldım” dese hem can kulağımla dinler hem de hemen koşup bir demet ıspanakla eve dönebilirim. Artık o çorba, benim için çorbadan başka bir şey, hayata dair bir hikâye de olmuştur çünkü.  İçine çeşitli vaatler ve duygular katılmıştır.

Dostoyevski’nin şöyle bir sözü var: “İyi insan bir kâse çorba pişirip önünüze koyduğunda gözlerinin içi gülen kişidir.” Görüyor musunuz çorbanın iyi insan olmakla bağlantısını kuruyor. Çorbanın bilinçaltındaki kodları çok eskiye dayanıyor çorba, kadim zamanlardan beri bize sıcaklığı, ana-baba ocağını, yuvayı, eve dönüşü, korunmayı, beslenmeyi, kendini güvende hissetmeyi, sıcacık olmayı anlatan bir yemek. Çorbanın kendisi bir hikâye zaten. Özet olarak biz hikâye anlatır ve dinleriz. Başarılı televizyon programları, dizileri, reality showları da asla bu gerçeği unutmazlar. Bize iyi bir hikâye anlatırlarsa o program tutar.

Ada kavramı

Ada kavramı

Ben bu yazıda iki reality programdan bahsedeceğim. Birisi yayınlandığı günden beri izlediğim, Survivor diğeri de şu aralar Netflix’de izlediğim “Love is Blind” (Aşkın Gözü Kör mü?) reality showları. Her ikisini de neden sevdiğimi ve bize her ikisinin de hikâye anlatmak konusunda neler vaat ettiğini anlatmak istiyorum.

Survivor uzak bir adada geçiyor. Ada kavramı daima insanları büyüleyen, korkutan bir yer olmuş. Bu kavramı hep büyüleyici bulmuşumdur. Akşit Göktürk’ün, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan İngiliz Yazınında Ada Kavramı adlı bir kitabı vardır. Orada arka kapakta şöyle yazar:

“İnsanoğlu yüzyıllardan beri mutluluk, dirlik düzenlik, ölümsüzlük, serüven, kaçış özlemini uzak bir ada görüntüsüyle birleştirerek dile getirmeyi seçmiş. Thomas More, Daniel Defoe, Jonathan Swift, Aldous Huxley, William Golding ve daha nice yazarın yapıtlarında, insan-dünya ilişkisi, düşsel adalar aracılığıyla yansıtılmış. Adalar, bazen mutlu bir yalnızlığın mekânı, örnek bir toplumun toprağı; bazen tehlikelerle ve gizemlerle dolu tekinsiz yerler; bazen de büyük serüvenlerin, sıkıntıların, iç çatışmaların yaşandığı ıssız ve uzak diyarlar.”   

Şahane bir tanımlama. İngiltere’nin de bir ada ülkesi olduğunu unutmayalım, dünyada en refahı yüksek ülkelerden biri de olsa özünde dört yanı denizlerle çevrili bir ülke olarak, ülkenin kolektif bilinçdışında kendini güvensiz hissetmesi mantıklı geliyor bana. Sonuçta kara ile bağlantısı yok, belki o yüzden uzak diyarlara yelken açıp oralarda toprak fethedip sömürgeler kurmuş.  Çoğumuz çocukluğumuzda Daniel Defoe’nın Robinson Crusoe kitabını ya da Jonathan Swift’in Güliver’in Gezileri’ni okumuşuzdur. Robinson Crusoe ve onun mülkiyet kavramı üzerine çok sayıda makale var, örneğin oradaki Cuma, Robinson’un arkadaşı mı, aralarında eşit bir ilişki var mı yoksa kölesi mi bu sorgulanabilir.

Ama ben başka bir konudan bahsetmek istiyorum William Golding’in bir adada geçen Sineklerin Tanrısı kitabı, insan ruhunu incelemek açısından çok ilginç doneler sunar:  II. Dünya Savaşı'nda yaşanan, nükleer bombadan korunmak için Britanyalı bir grup okul çocuğu uçakla başka bir yere taşınırken, uçakları düşer ve  ıssız bir adaya çıkarlar. Hayatta kalan çocuklar önce birbirleriyle hayatta kalmak için iş birliği yaparlar, erdemli bir biçimde yardımlaşırlar ancak kısa bir süre sonra orada da çatışmalar çıkar, gruplara ayrılırlar ve birbirleriyle savaşa girerler. Bu eser aslında insanın aç gözlülük ve güçlünün yanında olma potansiyelini -çocuk da olsa- bir ada kavramı üzerinden şahane anlatır.

Bence 2000’lerin unutulmaz dizisi, Lost bu kitaptan ilham almıştır. Survivor programı da çok farklı bir format da olsa, özünde böyle bir içerik taşıyor ve o yüzden izlemesi eğlenceli. İki grup yarışmacı zor şartlarda hayatta kalma mücadelesi verirken, onların karakterleri, yaptıkları ve yapmadıkları üzerinden ilginç insan hikâyeleri izliyoruz.

Kahraman zor durumda ne yapacak?

Kahraman zor durumda ne yapacak?

Bir senaryo yazarken senaryo yazanlara öğretilen ilk şey ana kahramanın ya da karakterin bir çatışma içine sokulması gerektiğidir. Kahraman gerçek kahraman mı değil mi, ancak bir çatışma içindeyse anlaşılır. Zaten çatışma matematiği iyi kurulmamış eserler de tutmaz. Çatışma ne işe yarar peki? Kahramanın iki farklı duygu, seçenek, karar arasında kalması, bir zorluk yaşarken gösterdiği tepki, onun gerçekten kahraman olup olmadığını belirler.

Böylelikle kahramanla özdeşlik kuran seyirci kendi seçimlerinin farkına varır. Bu çatışmalar her türlü olabilir. Örneğin kahraman, işiyle aşkı arasında bir seçim yapmak zorunda kalabilir, ait olduğu çevreden çıkıp başka bir çevreye girdiğinde geldiği kültürle bulunduğu ortam arasında çatışma yaşayabilir. İki aşk arasında çatışma yaşayabilir, gitmekle kalmak arasında olabilir. Sayısız çatışmadan nasıl, hangi becerilerle, hangi tercihlerle çıktığı bizim onu sevip sevmememizi belirler. Özetle kahramanın kahraman olup olmadığı zorluk yaşayınca belli olur.

Survivor’a dönersek, orada da kendimize yakın kahraman karakterler arar ve onların diğerleriyle ilişkisinden bir hikâye seyreder ve onlar üzerinden bazı duygular yaşarız ve bu anlamda Survivor hayat, ilişkiler, seçimler üzerine değişik derslerle dolu.

Benim en çok dikkatimi çeken şeylerden biri kibir konusu ve insanın “kınadığını yaşamadan bu hayattan gitmemesi” gibi, Survivor’ı iyi izleyenler bilir ki, kimse kibriyle sınanmadan Suvivor’dan gitmez.

Örneğin oyunculardan biri çok başarılı işler yapıyor, atışları iyi, hep kazanıyor ve ‘beşer şaşar’ misali istemeden de olsa büyüklenmeye başlıyor, “ben oldum” demese de hâl ve tavırlarıyla bunu gösteriyor diyelim, mesela atış yapamayan bir arkadaşına “Böyle mi atılır, bu kadar da beceriksiz olunmaz ki” tadında bir şeyler diyor, mutlaka yarışmanın ileriki bölümlerinde kendisinin de o atışı yapamadığını, o labutun düşmediğini, o engeli aşamadığını görüyoruz. Görünmez bir el, o labutu düşürmüyor işte.

Sadece iyi gözlemlediğinde bütün bunları görebiliyorsun. Birini zayıf yönünden vurduğunda, sen de gün geliyor zayıf yönünden vuruluyorsun. Elbette bunun bir dozajı var, kibir ne kadar yüksekse, düşüş o kadar sert olabiliyor. “Biz bu oyunu kesin kazanırız” deyip rakibini küçümsediğinde o oyunu kaybediyorsun. Aynı şey sakatlıklar, cezalar için de söz konusu oluyor. Vefalılar vefasızlar ayrılıyor, her yarışma kendi kahramanını yaratıyor, “nasılsa zayıf ben bunu yenerim” diye yapılan seçimleri de seyirci anlıyor ve kahramanından daha cesur seçimler yapmasını istiyor ve hatalar ve doğrular aracılığıyla insan gözlem yapıp öğreniyor.

Bu konuyu kapatmadan, Survivor oyuncularına minik bir uyarı yapayım. Her sene bu yıl “sakatlıksız bir sezon olsun” deniyor ki, bu beni rahatsız ediyor. Öncelikle “sakatlıksız” diye bir kelime yok. İngilizce’den bazı eklerin Türkçeyle yanlış buluşmasıyla elde edilen mantıksız bir kelime bu. Ayrıca içinde olumsuz bir anlam barındırıyor. Sakatlık kelimesini geçirdiğinde, ister istemez bilinçaltına sakatlığı kodlamış oluyorsun ve bu bir titreşim ve çağrı yaratıyor. Onun yerine “Hepimiz için sağlıklı bir sezon olsun” diyebilirler mesela ve bu hepimiz için daha iyi olur.

Gelelim “Love is Blind” (Aşkın Gözü Kör mü?) meselesine

Gelelim “Love is Blind” (Aşkın Gözü Kör mü?) meselesine

Netflix’de yayınlanan bu reality show’un çoğunluğu kurgu ama içinde gerçeklik unsurları da barındırmıyor değil.

Programın formatı, bir ay içinde ilk başta birbirini görmeden evlenmek üzerine kurulmuş. Çiftler “kapsül” denen kapalı odalarda fiziksel görünüşleri, ırkları, maddi durumlarına dair bilgi vermeden, aralarını bir duvarın ayırdığı odalarda aşk, ilişkiler, hayat, beklentiler, evlilik üzerine konuşmalar yapıyorlar. Birbirlerine hikâyelerini anlatıyorlar. Amaç fiziksel dünya gerçeklerinden bağımsız, yarışmacıların tamamen, ruhsal bir bağlantı kurup, evlenip evlenmemeye karar vermeleri ve bunun için de 10 günleri var. Gözden değil ruhtan bağlanma amaç.

Katılımcılar genelde 20-40 yaşları arasında oluyor ve çok çeşitli maddi gelir, mesleklerden gelebiliyorlar. Kapsüllerde birbirlerini görmedikleri ve sadece konuşarak iletişim kurdukları için rahatlar, bir nevi günümüzde ‘kendin olmak’ kavramına daha uygunlar. Burada çiftler ruhsal bir bağlantı kurmayı başarırsa ve erkek kadına evlilik teklif ederse, nişanlanıp birbirlerini görebiliyor, daha sonra programın formatı gereği tatile çıkıyorlar, tatilin ardından telefonları iade ediliyor, aynı evde yaşayarak gerçek hayatı deneyimliyorlar, ailelerle tanışıyorlar ve ardından düğün ve son karar aşaması geliyor. Bu son karar aşamasında, mihrapta ‘evet ve ‘hayır’ deme şansları var, elbette mihrapta reddedilmek hiç de kolay bir şey değil. Ardından evlenen evleniyor, ayrılan ayrılıyor, yaklaşık 9 ay sonra yarışmada kim ne yapıyor öğrenmek için, stüdyoda herkes bir araya gelip hâlâ beraberler mi, yarışmacıların hayatında ne olup bitmiş, hepsi açığa çıkıyor.

Bu arada bazen aynı kişiyle derin bir bağ oluşturmuş ama başkasını seçmiş kişiler de olabiliyor ve onlar da ortamlarda bir araya getiriliyor ve olası kıskançlıkların önü açılıyor. Ben, İsveç, İngiltere ve birinci sezon Amerika versiyonunu izledim. Bazıları gerçekten evlendi, mutlu oldu, hatta çocukları bile oldu, bazıları yarışmadan ün kazanıp influencer oldu, bazıları birbirinden nefret etti, bazıları hâlâ dost.

Benim gözlem tarafıma en çok hitap eden İsveç sezonu oldu. Bizim kültürümüze en uzak kültür olarak seçtiğim İsveç sezonunda, olmayacak denen çiftler evlendi, hatta birisi bebek sahibi oldu. Ruhsal bağın, fiziksel bağın ötesine geçebildiği ilişkilerin yürüyebildiğini gözlemledim. Kendini olduğundan farklı gösterenlerin değil, kendini tam olarak hatalarıyla, zayıflıklarıyla ve güçlü taraflarıyla gösterenlerin ve gerçekten niyetlerinde samimi olanların, ego savaşlarını geriye çekebilenlerin güçlü bağlar kurduklarını gördüm.

 Örneğin İsveç sezonunda, o kadar açık iletişimle birbirlerinin sevip sevmedikleri yanlarını söylüyorlardı ki, hayretler içinde kaldım. “Beni şu davranışın kırdı, kendimi değersiz hissettirdi’ diyordu mesela biri, diğeri ‘gerçekten öyle hissettirdiysem üzgünüm” diyebiliyordu. Kolay kolay insanların kırıldıkları şeyleri söylememesine, içine atmasına ve sonunda patlamasına alışkınız biz. Açık iletişimin faydaları apaçık ortaya çıkmıştı. Kültür çatışmalarını da açık açık söylediler.

Hiç evlenmeyecek çiftlerin evlenmesindeki en büyük etkenin, ilişkiye şans verip, onarılmasına ve ilk kişilik çatışmasında yakıp yıkmayan, daha sabırlı, yumuşak sesli, kendini açık anlatanların, durduk yerde kavga çıkarmayanların başarılı oldukları bir gerçekti. Bu açıdan laboratuvar gibiydi, hayat üzerine benzer değerlere sahip olmanın önemini de gösterdiler. Hangi sezon hatırlamıyorum ama bir yarışmacı, ayrıldığı partneriyle ilgili şöyle bir şey anlattı. Plajda yürürlerken, küçük bir çocuğun yaptığı kumdan kaleye rastlamışlar. Kadın ‘ne kadar güzel kumdan kale’ derken, erkek atlayıp ayaklarıyla kaleyi ezmiş. Bu aslında tarafların hayata yaklaşımdaki eğilimlerini de gösteren bir durum.

İşte reality showlar, içinde ne kadar kurgu barındırırsa barındırsın hayat hakkında, insan, kahramanın çatışmaları hakkında pek çok şey söylüyor…

Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio

Yorumlar ve Emojiler Aşağıda chevron-right-grey
Reklam

Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!

category/test-white Test
category/gundem-white Gündem
category/magazin-white Magazin
category/video-white Video
category/eglence BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
0
0
0
0
0
0
0
Yorumlar Aşağıda chevron-right-grey
Reklam